KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

‘Faşist, faşist’

Arkadaşlar arası küçük bir oyundur. Hani fotoğraf çekilirken dudaklar dolgun görünsün diye üç yüz otuz üç deme alışkanlığı vardır ya, bazıları da ‘Faşist, Faşist’ diye bağırır. Yapıbozum ve ironi, elde kalan son mücadele araçları ne de olsa.

Siyasetin dili zaten aylardan beri kutuplaştırıcı bir üslupta akıp gidiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu gerçeği daha da belirginleştirdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başbakanlık döneminin son yıllarında iyice keskinleştirdiği ayrımcı ve baskıcı söylemini devam ettirirken; CHP muhalefeti de yemin töreni sırasında Grup Başkanvekili’nin şahsında Meclis İç Tüzük kitabını yere fırlatarak ve heyet olarak Meclis Genel Kurulu’nu terk ederek geleneksel muhalefet anlayışını sergiledi. Benim elimde kalan, HDP Eşbaşkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’ın söylemiydi. Sanki her şey ve herkes pir ü pakmış gibi Demirtaş’tan, Erdoğan'ı neden alkışladığının hesabının soruluşuna baktım. Bir de kullandığı dilin farklılığına: “Ben Recep Tayyip Erdoğan’ı değil, onu seçen iradeyi alkışladım. Benim yemin törenindeki alkışlamam, Erdoğan ile ilgili eleştirilerimin, kaygılarımın baki olduğu gerçeğini değiştirmez. O eleştirilerim ve yaklaşımlarım aynen devam ediyor. Eminim bana oy verenler ve ‘yeni yaşam bildirgemizi’ benimseyenler benim o gün orada kitapçık ya da ayakkabı fırlatmamı istemezlerdi. Ayrıca Recep Tayyip Erdoğan’a ve AKP’ye karşı bizden daha çok mücadele etmiş bir parti yoktur Meclis'te. Biz mücadele etmeyi de müzakere etmeyi de çok iyi bilen ve bu ikisini aynı anda yapmayı becerebilen bir hareketiz. Buradan yola çıkarak kıyamet koparmak, ‘Berkin Elvan’ın annesine ihanet ettin' demek kimsenin haddine değildir. Bunu söyleyen kişiye şunu hatırlatmak isterim: 50 bin kişi öldü PKK ile devlet arasındaki savaşta. Biz şu anda oturmuş bu sorunun çözümünü konuşuyoruz. Aynı kişiyle. Devleti temsil eden kişiyle. 50 bin kişi öldükten sonra oturup konuşabiliyorsak, demek ki diyalog, kaçmamamız gereken bir konudur. Sayın Kılıçdaroğlu demiş ki, ‘Ben savaş hali dışında Erdoğan’la görüşmem.’ Ben de ‘Savaş olmasın diye her gün Recep Tayyip Erdoğan’la görüşürüm.’ İkimizin duruşundaki farklılık budur.”

Plebisiter diktatörlük

Bu dilin esnekliğinde, hata payı dahil, hayatın bütün olanaklarını görebiliyorum. Kendi sözünü ifade etme,gerçek anlamda bir  siyaset yapabilme imkânı görüyorum. Ama genel tablo çok sıkıcı ve ürpertici. Sosyolog Mücahit Bilici de Taraf gazetesinde Ertan Altan’a verdiği mülakatta, gidilen istikametteki faşizm tehlikesine dikkat çekmiş. “Şu anki risk, aslında iktidarın ‘yasaya bağlı kalmaksızın hareket edebilirim’ duygusuna ulaşmış olmasıdır. Bu çok tehlikeli bir şeydir. Buradan tehlikeli rejimlere yelken açılabilinir” diyen Bilici ekliyor: “Plebisiter diktatörlük’ kavramı var. Yani seçilmiş diktatörlük. Yani çoğunluk iradesini diktatörce kullanma durumu. Kişinin zevkine göre diktatörlük değil ama halk, millet böyle istiyor denilerek uygulanan yönetim.”

Kullanılan siyasi dil açısından ‘dava’ kavramına da dikkat çeken Bilici, “ ‘Davam’ dedikleri şey aslında ‘Ben Tayyip Erdoğan’ın takdirinin elinde esir durumdayım. Eğer beni seçerse memnun olurum ama seçmiyorsa sesimi çıkarmayacağım’ demektir.”

Dava adamı olunur da dava kadını olunmaz. Milliyetçi, eril, cinsiyetçi bir kavramdır dava. Bilici, dile de yansıyan tehlikeyi şöyle tanımlamış: “Totaliterce hareket eden bir rejim ortaya çıkabilir. Toplumun çoğunluğunun, azınlığın itirazlarını bir tür çoğunluğa isyan şeklinde sunması söz konusu. Şu andaki yönetim, kanunu sevmiyor. Reform ve değişim anında eski yapı çözülüyor. Eski bina büyük bir keyifle yıkılırken, yeni bina için bir şey yapılmıyor. Şu anda kasıtlı olarak ikisinin arasına boşluk kondu ki, keyfi bir yönetim kurulabilsin. Devlet şu anda likit halde var. Yani sıvı bir halde. Devlet dediğimiz şu anda Tayyip Erdoğan. Eski devletin yıkılmasının hemen sonrasında, yeni devletin kurulmasının hemen öncesindeyiz.”

Çetele alışkanlığı

Şahsen ben kendi beynimi de sıklıkla likit olarak hissediyorum. Hani şöyle sağa sola salladığım zaman kulaklarımdan ılık ılık akacak cinsten. İçime çektiğim nefes bile nemli. Hava sanki damla damla. Ve insanlar buz olarak dolaşıyorlar ortalıkta. Herkesin elinde bir kara defter, hasmının çetelesini tutuyor. Dolayısıyla bir şey tartışılırken aslında sadece görülmemiş hesapların ağırlığı ve ısırgan bir kin var ortalıkta. Bunun da adına kısaca faşizm diyelim.

Bunları düşünürken söyleşiyi okumaya devam ediyorum. Şöyle diyor Mücahit Bilici: “Türkiye modeli denen şey aslında Almanya modelidir. İslamcılar, Nazi düşüncesinden çok etkilendiler. Ben faşizm derken safi kötülük anlamında söylemiyorum. Yaşadığımız Alman modelidir. Alman ideolojisinin kendisini konumlandırması, insandaki asaleti üstte tutan bir şey olarak sunulmuştu. Yani ‘Davam’ ile ‘Kavgam’ arasında bir yapı oluştu.”

Bu toprakların Alman modeline öykünme serüveni İttihat Terakki dönemine kadar dayanır. Nitekim her dönemki devlet resmi söyleminin cisimleşmiş hali sayılan Cemil Çiçek’in, geçtiğimiz haftalarda Almanya Federal Meclisi Başkanı Lammert’e gönderdiği mektubu bu arka planla okumak da anlamlı olacak.  “Lammert’in, 3 Temmuz’da Federal Meclis'te düzenlenen ‘Birinci Dünya Savaşı'nın 100. Yılı’ başlıklı anma etkinliğinde, “Ermenilerin sürülmesi ve yok edilmesiyle birlikte, deportasyonun ve kitlesel cinayetin bir savaş aracı haline geldiğini” ifade etmesi üzerine kaleme alınan mektupta muhataba şöyle sesleniliyor: “Üzülerek belirtmek isterim ki söz konusu ifadeleriniz, Birinci Dünya Savaşı'nın zorlu şartları altında, askeri bir gereklilik olarak gerçekleştirilen 1915 tehcirini haksız bir şekilde itham etmektedir. Savaş koşullarının dayatmasıyla gerçekleştirilen bu tedbir kapsamında, Osmanlı Devleti'nin o dönemde cephe gerisinde yaşayan Ermeni vatandaşları, yine bir Osmanlı toprağı olan Suriye'ye tenkil (relocation) edilmişlerdir. Bu yönüyle tehcir, ne bir deportasyon ne de bir kitlesel cinayettir. Güvenlik amaçlı bu tedbirin uygulanmasında, o günün koşullarından kaynaklanan zorluklar nedeniyle çok sayıda Osmanlı vatandaşı Ermeni hayatını kaybetmiştir. Tehcirin bir askeri gereklilik olduğu hususunun, Birinci Dünya Savaşı'nda silah arkadaşlığı yaptığımız Almanya tarafından çok iyi bilindiği kanaatindeyim.”

Almanya’nın neyi bilip bilmediği, Almanya Parlamentosu'nun 16 Haziran 2005’te Ermeni Soykırımı yasa tasarısını kabul etmesiyle sabit. Dahası, Almanya bu tasarıda, Türkiye Cumhuriyeti'nden Osmanlı İmparatorluğu döneminde Hıristiyan Ermenilere uygulanan katliamın tarihi sorumluluğunu üstlenmesini isterken, kendi oynadığı tarihi rol için de bir sorgulama süreci başlattı. Hal böyle olunca da “Türkiye’ye düşman dış mihraklar” tesellisi çöküverdi. Öyle ya, kendi kendini ele veren düşman mı olurdu?

Çağdaş Alman edebiyatının en özgün seslerinden ve Nazi rejimi ile hesaplaşmanın simge isimlerinden Ingeborg Bachmann, unutulmaz saptamasıyla durumu tarihe kaydetmişti: “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar.”

Faşizm diye tanımlanan, aslında sistematik tahakkümün ta kendisi. Bu tahakküm birbirinden farklı alanlarda değişik aktörlerle oluşturulan devasa bir ağın içerisinde karşılıklı etkileşim ve destekle baskı gücünü perçinler. O kadar ki, hanelerin içinden okul sistemine, iş hayatından popüler kültüre her yer ve her şey tahakküm uyarınca incelikle biçimlenir. Devletin sürekliliği ise yepyeni fakat zihniyette aynı kadrolara adeta miras yoluyla devrolunan kinden bilinir olur.

Alman dilinin faşizme yanıtı

Ünlü düşünür Theodor Adorno, “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözüyle tahayyüller ötesi vahşet ve zulmü, Holokost sonrası edebiyatın imkânsızlığı ve geçersizliğini ifade edip bu yaşananların yeni sanat türleri ve yeni edebiyat dili dayattığını ilan ettiğinde, varlığıyla bu çağrıya karşılık veren iki şair olacaktı: Anne babasını toplama kamplarında yitiren şair Paul Celan ve kimlik, bellek, tarih ödeşmesi üzerinden Almanca ile müthiş bir hesaplaşmaya giren yazar, şair Ingeborg Bachmann.

Paul Celan sayısız sinir krizi sonrası 50 yaşında Seine nehrine atlayarak intihar ettiğinde, aslında yıllar öncesinin ölüm seferi tamamlamış oluyordu. Bunu da en iyi aşkı, sevgiyi, dostluğu ve bir de çaresizliği paylaştığı Ingeborg Bachmann bildi. Ünlü romanı Malina’nın ‘Kagran Prensesi’nin Sırları’ masalında anlattığı koyu renkli kurtarıcı yabancı, hani şu sonradan ‘aktarma yapılırken’ nehirde boğulduğu haberini aldığı yabancı, unutamadığı ve kaybettiği aşkı Celan’dı. Toplama kampının nehirde son bulan döngüsünü bir Alman yazar ve şair olarak Bachmann kayda geçecekti. Bachmann’ın son romanı ‘Malina’nın altbaşlığı da bu gerçeğe dair sessiz bir çığlıktı: ‘Günlük Hayat Cinayetleri’.

Kaldıraç

Kendi payını üstelenen ve bu yük için yeni dil arayan Ingeborg Bachmann, Celan’ı, içindeki toplama kampından kurtarmak için bir ömür mücadele verdi. Hem de güvenilmemeyi, en kırıcı suçlamaları göze alarak. Çünkü günlük hayatın her ânı da aslında politikti: “Kurban olmak istiyorsun, ama kurban olmamak senin elinde... Kuşkusuz olacak, gelecek, dışarıdan gelecek, ama sen onaylıyorsun bunu. Ve sorun da senin onu onaylayıp onaylamadığın, kabul edip etmediğin. Ama bu senin hikâyen, onun seni alt etmesine izin verirsen benim hikâyem olmayacak. Kabullenirsen. Kabulleniyorsun. Bunu yapmandan hoşlanmıyorum. Kabulleniyorsun ve onun yolunu açıyorsun. Ona çarpıp parçalanan kişi olmak istiyorsun, ama bunu onaylayamam ben, çünkü bunu değiştirebilirsin. Sende suçları olmasını istiyorsun, senin bunu istemenin önüne geçemem. Beni şu açıdan anlıyor musun: Dünyanın değişebileceğine inanmıyorum ama biz değişebiliriz, senin de bunu başarmanı diliyorum. Kaldıracı buraya kur.”

Kaldıraç sözcüğüne takılıp kalıyorum. Bu ülkenin kaldıracı nerede? Nereye kuracak onu? Muhalefet ederken bile tektipçi, sekter tutum sergileyenlerden ne alternatif çıkacak? Faşizm, en kapsayıcı anlamlarıyla ödeşilmesi gereken bir kavram. Kaldıraç olmak bunu gerektiriyor.