BASKIN ORAN

Baskın Oran

İÇLİ DIŞLI

Musul: Telefonun fısıldadığı sır

Hepimize büyük geçmiş olsun. Şükür kurtuldular. Kurtaranlar sağ olsun. Fakat şimdi AKP iktidarı biri yakın geleceğe diğeri yakın geçmişe ilişkin iki ana soruya cevap vermek zorunda:

1) Türkiye’nin artık IŞİD karşıtı koalisyona bir biçimde katılması gerekmeyecek mi?

2) Nasıl oldu da, herkesin kafasını uçuran IŞİD Türkleri bıraktı?

ARTIK TÜRKİYE’NİN ELİ RAHATLAMADI MI?

Birinci sorunun cevabı nispeten kolay: Türkiye’nin harekata katılarak Ortadoğu bataklığına saplanmasını haklı olarak istemeyen çok insan var. Ayrıca Erdoğan’ın elinde, Henri Barkey’nin de hatırlattığı (link) iki katılmama gerekçesi henüz duruyor: IŞİD’i terörist sayanların sadece % 70,7 olduğu Türkiye’de (link) bu örgüt terörist eylemler yapabilir. Ve Süleyman Şah Türbesi’ni her an zapt edip yeni bela açabilir.

Yalnız, tatsızlık şurada ki, bu iki ürkütücü gerekçenin ikisini de AKP politikası üretti.

Bir kere; Esad’ı düşürtmek için, ülkenin çeşitli yerlerinden IŞİD’e katılmaları vs. görmezden gelerek insanları şartlandırdı (link). 

İkincisi, Türbe, Türkiye-Suriye sınırı boyunca uzanan Kürt-yoğun bölge Rojava’da. AKP, şu anda IŞİD çeteleri buranın merkezindeki Kobani’ye (Ayn el Arab) saldırdığı halde kılını kıpırdatmıyor. Kıpırdatmaması bir şey değil, IŞİD’in kafa kesmesine yardıma gidenler için kevgir ettiği sınırı, bir taş atımlık mesafedeki akrabalarını kurtarmak isteyen Türkiyeli Kürtlere Berlin Duvarı ediyor. Gaz ve basınçlı su sıkarak. (link)

Sonuç: Hem Türbe’yi IŞİD’e fiilen zimmetlemiş oluyoruz  (link), hem de, Urfa Suruç’un hemen karşısındaki Kobani düşerse Rojava ikiye bölünecek ve biz Suriye sınırı boyunca IŞİD’le komşu olacağız Allah’ın izniyle; nasılsınız inşallah.

TÜRKLERİ NİYE BIRAKTILAR?

İkinci ana soruya, daha doğrusu sorulara gelelim:

Nasıl oldu da herkesin kellesini kopartan IŞİD, Türkleri salıverdi? Hem de bu kadar büyük avantajdan vazgeçerek?  

Bu bırakma olayı neyin sonucu? Tabii ki; 2010 sonuna kadar çok iyi götürülmüş Türk dış politikasının, 1923’ten bugüne uğradığı en büyük fiyaskonun son halkası. Allah bizi sevindirmek istedi, bu canları önce kaybettirdi, sonra buldurdu’yu hatırlatıyor.

Kim bunun sorumlusu? Kendi kendine mi oldu? Fıtrattan mıdır?

MUSUL’DA KALINACAK DİYE KİM KARAR VERDİ?

Başımıza açtığımız bu belada esas oğlan kim? AKP iktidarı mı, Başkonsolos Öztürk Yılmaz mı? Soruyorum, çünkü Yeni Şafak’tan Abdülkadir Selvi, Ahmet Hakan’a mülakatında Başkonsolosu sorumlu tutuyor: “(…) olay büyük ölçüde oradaki Başkonsolosumuzdan kaynaklanıyor. Defalarca uyarıldığı, THY tahliye için uçak gönderdiği halde tehlikeyi görmedi”. Ahmet Hakan afallıyor. Selvi’nin cevabı: “Bence kendisini aşırı güvende hissetti” (link). Döneceğiz; devam edelim:

Neçirvan Barzani, Aslı Aydıntaşbaş’a konuşurken, sanki Selvi’yi doğruluyor: “Musul’daki olayların yaşandığı gece Sayın Davutoğlu’yla birkaç defa görüştüm. Bizden oradakilere göz kulak olmamızı istedi. Konsolosunuzu iki defa arayıp ne yapabileceğimizi sordum. Tahliye teklif ettim. Ama iyi durumda olduklarını ve yardıma ihtiyacı olmadığını söyledi. Doğrusu çok şaşırdık” (link).

Burada Başkonsolosun tahliyeyi reddi neye dayanıyor acaba? Kendi başına mı karar verdi, yoksa Ankara’dan aldığı talimatı mı uyguluyor?

TC Dışişleri’nde disiplin TSK’nın hemen ardından gelir. Diplomata Ankara’dan, hele böyle bir durumda, “Boşalt orayı!” talimatı gidecek de, genç diplomat boşaltmayacak, çoluk-çocuğu bile tahliye etmeyecek. Dışişleri’ni biraz bilen herkes için durum fazlasıyla net: “Kal olduğun yerde!emri Ankara’dan gitti.    

Gitti de, acaba böylesine korkunç bir şey nasıl yapılabildi ve 76 milyon birden rehine bırakıldı?

Herhalde, “IŞİD bunları rehine alsın da, Sünni kardeşlerimize karşı operasyona katılma mecburiyetinde kalmayalım” denmemiştir artık.

Ama galiba, “Yeni Türkiye büyük devlettir, korkup diplomatını tahliye etmez. Üstelik herkesin boşalttığı bir sırada biz kalırsak büyük prim yaparız, şanımız olur” dendi.

Tabii, şuna güvenerek: “Ben bu cihatçılara o kadar silah, ilaç, lojistik yardımı yaptım; benim adamlarıma zarar vermezler”.

Aralarında nasıl bir ilişki vardı ki böylesi bir sıcaklık oluştu? Türkiye isimli 700 yıllık bir devlet tecrübesi açısından nasıl bir güvendir bu?

ZIRT DİYEN DELİK: TELEFON MESELESİ

Herhalde hadisenin etkisini üzerinden atamamasındandır, Başkonsolos bazı şeyler anlatıyor. Mesela diyor ki: “Beni makam odamın önüne götürdüklerinde silahı doğrulttu kafama, açacaksın dedi. Kesinlikle açmadık kapıyı. 'Öldürün dedik' sonuçta onu da o anda göze almadılar. Kadınlara, çocuklara, bayrağımıza, ülkemize en ufak bir şey olursa, bizi öldürün dedik.' (link).

Yani, bu kana susamış katiller kilide bir kurşun sıkıp açıvermiyorlar da, Başkonsolostan anahtar istiyorlar, onun da “Bayrağımıza birşey olursa öldürün bizi!” demesi üzerine bu kapı açılamadan kalıyor. Mantığımı biraz fazla zorluyor.

Ama beynimi esas kurcalayan, cep telefonu meselesi.

Rehine olayı patladıktan hemen sonra  Başbakan Erdoğan bir telefon işinden bahsetmişti de (link) inanmamıştım. Ama Başkonsolos doğruluyor:

Rehineyken 101 gün boyunca üzerimde telefon vardı. Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Dışişleri Bakanımızla sürekli görüşüyorduk. Ama o telefonu iyi sakladık. Çünkü sürekli aranıyoruz. Telefonu ele geçiremedikleri için çok kızıyorlardı' (link).

Katiller çok kızıyorlar, çünkü telefon olduğunu biliyorlar, ama ele geçiremiyorlar.     

Dahası, “Bir sabah kalktığımda baktım ve bana yalnızca kalan terliklerimdi. O da, onların verdiği. Zor bir süreçti. Bedeniniz dışında size ait hiçbir şey kalmıyor.  Bazen onu da kontrol altında tutamıyorsunuz” (link) diyen bir insan telefonu kontrol altında tutabiliyor.

Bu telefon olayı galiba zurnanın zırt dediği delik. İki izah biçimi olabilir:

a) Zayıf ihtimal: Başkonsolos, bu katiller kendisine kelle uçurma videoları oynatırken telefonu 101 gün boyunca saklamak gibi çok cesur bir başarıya imza attı.

Yine de olabilir. İşlemediği bir suçtan müebbet küreğe çarptırılan Henri Charrière’in o alabildiğine ilginç otobiyografik romanı “Kelebek”ten biliyoruz ki bazı şeyler, epey özel yöntemler kullanma pahasına, gardiyanlardan gizlenebilir. Ama Charrière parasını koyduğu ilaç tüpünü saklıyordu. Hem cep telefonu biraz fazla hacimli, hem de bunun bir de şarj aleti var. Ha, Başkonsolos 101 gün boyunca şarj işini ne yaptı?  

b) Daha güçlü ihtimal: IŞİD katilleri kendisinin telefon kullanmasına izin verdiler. Türkiye’de değil tutuklananlara, gözaltına alınanlara bile verilmeyen ayrıcalık. Neden acaba?

KAÇINILMAZ MANTIKİ SONUÇ

Benim mantığım şöyle der: Demek ki IŞİD ile AKP hükümeti arasında bu denli yakın bir ortaklık var.

Ne denli ve nasıl olduğunu bana sormayın, büyüklerimize sorun. Ben sadece işin teorisini okumuş-okutmuş ve şimdi iyi gazete kıraat eden biriyim. Tahlillere ipucu vermeye çalışıyorum. 

Son anda hayret notu: Rehinelerden özel harekatçı Veysel Can konuştu:  'Başkonsolosumuz, o zaman Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu ile görüştü. Onun talimatıyla çatışmadık ve teslim olmak durumunda kaldık. IŞİD militanları bizi Türkiye'ye teslim edeceklerini söyleyip sınıra getirdi. 4 saat bekledikten sonra MİT görevlileri geldi' (link).   

Yarabbi aklımı koru. Hani bütün operasyonu MİT uydudan izleyip yönetmiş ve kotarmıştı? Yahu, bütün olayda doğru olan bir yön varsa bulsak da, onu yazıp çizsek, yorulmasak?

Ben size bu haber üzerine yapılacak resmî açıklamayı da şimdiden vereyim: 'Medyada böyle bir haber çıkmıştır, gerçeklere aykırıdır, özel harekat polisimizin söyledikleri Paralel Yapı tarafından çarpıtılmıştır'. 
 
Bu vaziyetteyiz.