BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Canım zeytin ağaçları

Nasıl da acımasızca telef ettiler canım zeytin ağaçlarını, değil mi? Hem de nasıl ‘astığı astık, kestiği kestik’ bir zorbalıkla. Akşam saatlerinde, baskın yapar gibi, iki otobüs dolusu özel güvenlik nezaretinde gönderilen iş makineleriyle bir giriştiler ki katliama, durdurabilene aşk olsun. Jiletli tel örgülerle çevrilen kesim alanına kimsenin girmesine izin vermediler. Günlerdir, ekmek tekneleri olan ‘can’ları korumak için, ki onlar bilinen en büyük medeniyetlerin bile ekmek tekneleri olmuştur daima, gece gündüz nöbet tutan çevre sakinlerini perişan ettiler. Yine, her haksızlığa itiraz hareketinin sonucu olan malum terane yaşandı; arbede, çatışma, gaz... Dozerlerle altı bin zeytin ağacı katledildikten sonra jandarma lütfen olaya intikal etti. Hadi bi arbede daha... Sonuç? Nihayet mahkeme kararı çıktı ve: Pardon yaa! Şaka gibi valla...

Bir zeytin ağacı yirmi yılda yetişiyor. Altı binini aynı anda diksen, verim almak için en az yirmi yıl daha beklemelisin. Kolaydı sanki. Ne olacak şimdi? Hiç. Malum şirketler grubunun yetkilileri ve köylüleri tartaklayan güvenlik personelinden kurban olarak seçilen birkaç kişi hakkında suç duyurusu yapılacak. Mahkeme falan olup bir sonuç alınana kadar, üç-beş kuruşla halledilecek. Eh, o kadar ağaçlık alan da artık kep kel olmuş bir kere, öyle boş boş dursun mu? Bir süre sonra oranın da icabına bakılacak tabii. Ağaçlarından olan insanlar da karınlarını doyurmak için üç otuz paraya, canları pahasına ve en ilkel şartlarda, madenlerde, inşaatlarda falan çalışmak zorunda kalacaklar. Pisi pisine ölecekler. Olsun, nasılsa çok çocuk yapmak öneriliyor ya boyuna, yerleri dolar.

Muhtarın ağlaması günlerdir gözümün önünden gitmiyor. Ben ki yerde, bir yerden kopan taze bir dal parçası bulsam, acaba yaşar mı diye alıp suya koyarım, köklendirir dikerim, Burgaz’ın ormanları yandığında gecelerce kâbus gördüm, dostlarım ölmüş gibi günlerce yas tuttum, oralarda yaşasaydım kesin cinnet getirirdim. Size bir şey söyleyeyim mi, Anadolu’da herhangi bir yere gittiğimde, kurutulan dereleri, telef edilen bağları, ormanları gördükçe içim yanar, etraftaki diğer güzellikleri göremez olurum. Ermenilikten olmalı. Ermeni bir avuç toprak bulsa üzerine bir şey diker çünkü. Kanımda var zahir. Yolunuz düşerse dikkat edin, Anadolu’nun uçsuz bucaksız yollarından arabayla geçerken, kupkuru bozkırların arasında, uzaktan bir tutam yeşil bölge çarpsa gözünüze, orası mutlaka eskiden Ermenilerin yaşadığı bir yer olur.

Geçmişinde göçebe olan Türk halkı, yüzyıllardır, artık yerleşik bir düzene geçtiğini bir türlü idrak edemiyor bence. Burası vatandır, benim toprağımdır ve Allah bu toprağa dört mevsimi de yaşama şansı vermiş, verimlilik bahşetmiş, ona gözüm gibi bakmalıyım bilincine varamıyor. Deştikçe deşiyor, tükettikçe tüketiyor ve ‘Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur’ sözü yalnızca atasözlerinde kalıyor. Sanayileşmenin ve lüksleşmenin sonu yok ki... Konforlu beton yığınlarında, teknolojinin rahatlığı içinde, hatta bahçesi plastik ağaçlarla dolu, bin odalı saraylarda yaşarken, en sonunda ne yiyeceğiz peki? Ya bir zamanlar çağıl çağıl çağlayan sularımız bitince ne yapacağız? Termik santrallerde üretilenleri satıp, karşılığında da toprağımızda her türlüsünün yetişmesi mümkün olan tarım ürünlerini mi satın alacağız dışarıdan? Bir tarım ülkesi olmaktan utanıyor mu acaba ülkeyi yönetenler? Baksanıza, doğru dürüst domates bile yetiştiremiyoruz artık yahu. Siz bu yaz hiç şöyle çocukluğunuzdaki gibi sulu sulu bir şeftaliye rastladınız mı? Ya kan kırmızı, baldan tatlı karpuza?

Dünyanın en zengin balık çeşitliliğine sahip denizlerden biri olan güzelim Marmara’da kaç balık türü kaldı? Benim çocukluğumdaki balıkların isimlerini balıkçılar bile bilmiyor artık. Bir gün gelecek, insanlar bir zamanlar bu denize girip yüzmenin mümkün olduğuna inanmayacaklar. Çocukluğumuzda, denize girdiğimiz ilk iki gün tatlı suyla yıkamazdık vücudumuzu ki yarar sağlasın, şimdi mümkün mü? Biz deniz suyunu içerdik bile yahu, yüzerken bir yandan da o tuzlu suları yuta yuta domates yerdik. Geçen gün genç bir dostuma anlattım da, o kadar şaşırdı ki, “öööğ” yaptı.

Neyse, bu deniz konusu da elde olmadan karışıverdi toprağın arasına. Eh, ben, ‘doğa’ söz konusu olduğunda dağılırım biraz. Hem zaten “Daaağ, deniiiz, ovaaa, çayııır, güzeeel Anadooluuu” diye çığırdıkça beynim benden bağımsız, ki böyle giderse o şarkıdan bir dağlar kalacak elde, üşüşüveriyorlar yazıma böyle, elimizden kayıp giden doğa harikaları. Ah, büsbütün geç olmadan bi uyansak...