Dedikoduyu sevenler için

‘Anlatının Gücü’nde Fulford, insanlar arasında binlerce yıl önce başlayan iletişim kurma yöntemlerinden yola çıkıp anlatının izini sürerek deyim yerindeyse antropolojik bir serüven vaat ediyor.

RAFİ ATAM

Hikayeler hiçbir zaman tanışmadığımız atalarımızla, on ya da yirmi bin yıl önce yaşamış insanlarla bağlantı kurmamızı sağlar. Yazılı kültür öncesi toplumlar hakkındaki araştırmalar, hikâye anlatmanın insanın yazı yazmayı öğrenmesinden çok daha eskilere dayandığını ortaya koyuyor. Milyonlarca isimsiz hikâyeci anlatıyı yarattı; gözlemleriyle bilgilerini hikâye yoluyla başkalarına aktarmayı öğrendiklerindeyse medeniyet tarihi başlamış oldu.”

Kesintisiz yolculuk

 Çocukluk çağında ebeveynlerimizden duyduğumuz onlarca hikâyeden aklımızın bir köşesine çakılıp kalan, hafızamızdan hiç silinmeyenler vardır mutlaka. Öyle ki bunları hatırladığımızda yüzümüzde bazen koca bir gülümseme bazen de aradan geçen onca yıla rağmen korku dolu bir ifade belirir. Masum görünen bu anlatılar yalnız eğlenmeye değil, aynı zamanda (hatta çoğunlukla) insanları çocukluktan itibaren belli bir disiplin altına almaya da yarar. Her toplumda farklı şekillerde vücut bulmuş olsa da çocukların bu hikâyeleri dinleyerek büyümesi kâğıda dökülmemiş, ancak tüm dünyada geçerli olan görünmez bir kural gibidir adeta. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu anekdotlar, öyküler, efsaneler vb. çoğu zaman içinden geçilen çağa göre modernize edilir veya şartlara göre değiştirilir, böylece anlatının dünya üzerindeki yolculuğu farklı şekillere bürünerek de olsa hiç durmadan sürüp gider. İşte ‘Anlatının Gücü’nde Robert Fulford bu kesintisiz yolculuğu, yazılı kültür öncesinden modern çağlara kadar uzanan süreçte anlatı geleneğinin macerasını detaylarıyla anlatıyor.

Kitap, Massey College işbirliğiyle Toronto Üniversitesi’nde ve CBC Radyosu’nda gerçekleştirilen Massey Konferansları’nın 1999 yılındaki konuşmacısı olan Robert Fulford’un seminer metinlerinden oluşuyor. Beş ayrı üniversiteden fahri diploması bulunan ve halen Massey College’de öğretim üyeliği görevini sürdüren Fulford, Kanada’nın en önemli kültür gazetecisi olarak anılıyor.

Fulford, ‘Dedikodu, Edebiyat ve Benlik Kurguları’ başlıklı ilk bölümde, anlatı geleneğinin dedikoduyla, yani kişiler arasında aktarılan basit hikâyelerle başladığını, daha sonra bu olgunun edebiyata sirayet ettiğini söylüyor. Öyle ki Tolstoy, Proust gibi büyük romancılar aslında, komşularına basit günlük hikâyeler anlatır gibi sesleniyor okurlarına. Bu bakış açısıyla skandal kokmayan bir romanın edebi değeri olamayacağını öne sürerken, edebiyat tarihine damga vurmuş eserlerin, sıradan insanların basit hikâyelerinin temel alındığı basit dedikodulardan ibaret olduğuna işaret ediyor.

Kitapta ele alınan bir diğer yazın türü gazetecilik, kurgu edebiyat ve İngilizlerin deyimiyle palavracılık! Bu bölümde gazetecilerin masa başında uydurup birer efsaneye dönüştürdükleri onlarca hikâyenin nasıl yaratıldığından tutun da, her şeye sahip olan ama anlatacak iyi bir hikâyesi olmayanların yaşamlarını anlamlı hale getirmek için uydurdukları –ve bir noktada çığırından çıkan– insan hikâyelerinin sebepleri ve sonuçları mercek altına alınıyor.

Birkaç tanıdık örnek

Her birimiz hayatımızda en az bir defa heyecan verici bir şehir efsanesi dinlemişizdir.  Örneğin hafızamı şöyle bir yokladığımda aklıma ilk gelen, hani şu şehir dışından gelen işadamının bir hayat kadınıyla otele gittiği ve sabah buz dolu bir küvette uyanıp tek böbreğinin olmadığını fark ettiği korkunç hikâye! Bizler bu olayın yaşadığımız ülkede meydana geldiğini düşünüp heyecanla birbirimize aktarırken Fulford bize gerçeği açıklıyor: Aynı hikâye aslında üç kıtada üç farklı versiyonla anlatılıyor ve milyarlarca insan tarafından dinleniyor. Alın bir örnek daha… Dünyanın bir yerinde adamın biri hiç sönmeyen bir ampul icat etmiş-miş, ama enerji sektörünü bitireceği için bu ampulün ortaya çıkmasına başka birtakım kişiler izin vermiyormuş-muş. Bu liste uzayıp gider… Fulford “Sokak Edebiyatı ve Haberlerin Şekillenişi” bölümünde bu gibi şehir efsanelerini kendi kendine gelişen bir tür gazetecilik faaliyetine benzetiyor. Okuması oldukça keyifli bölüm boyunca bastırılmış duyguların ya da korkuların insanlar tarafından nasıl bir anlatı paketine dönüştürülüp dünyaya ışık hızıyla yayıldığı irdeleniyor.

‘Anlatının Gücü’nde Fulford, insanlar arasında binlerce yıl önce başlayan iletişim kurma yöntemlerinden yola çıkıp anlatının izini sürerek deyim yerindeyse antropolojik bir serüven vaat ediyor. Böylece sıradan anlatının gücünü okura her satırda hissettiren bir esere imza atmayı başarıyor. Biz dedikodu-severlerin de içi rahatlıyor biraz: Ne de olsa hepsinden önce o geliyor!

Etiketler

Kolektif Kitap