Rüyalar ülkesi

Eduardo Galeano, karısı Helena’nın rüyalarını yazmış.

EZGİ BERK  

‘Helena’nın Rüyaları’nda kıskanç ve kıskanç olduğunun farkında bir koca olarak çıkıyor karşımıza Galeano. Bunu öyle içten ve duru tarif ediyor ki Helena’ya olan hayranlığımız da daha burada başlıyor: “Karım Helena, her sabah kahvaltı vaktinde, gece gördüğü inanılmaz rüyaları anlatarak beni küçük düşürür. Sanki geceleri sinemaya gider ve her seferinde yeni bir rüya onu beklemektedir. O, rüyalarını anlatırken ben sessizce kahvemi yudumlarım. Doğru olan sesimi kesmemdir, çünkü hatırlamayı becerdiğim az sayıda rüya da utanç verici saçmalıktan başka bir şey değil. Ben de intikamımı onun rüyalarını yazarak aldım.”

Ahşaptan yapılmış canlandırmalar

İyice meraklanarak daldığımız düşler dünyası, en masum isteklerimizle yüzleştiriyor bizleri. Sayfalar ardı ardında çevrilirken Helena’nın rüyalarını okumuyoruz, seyredalıyoruz âdeta. Her sayfada hayalgücünün kanatlarını keşfedip bir kez daha şaşırıyoruz. Rüyaların yanlarındaki ahşaptan yapılmış canlandırmalarda Helena’yı daha yakından tanıyoruz. Isıdro Herrer’in rüyalara uyumu, kusursuz.

Bu muhteşem hayalgücünü her gün bıkmadan usanmadan okusak yine de öğrenecek ne çok şey kalır geriye. Tudem Yayın Grubu’nun yayınevlerinden Delidolu, adına yaraşır bir kitapla karşımızda. Hayatın içinde yaşadıklarımızın, bilinçdışında bize oynayabildiği oyunlar işte burada… Tadımlık rüyalar, alt satırlarda.

“Dev bir açık hava panayırı burası. Büyücülerin şapkasından şarkı söyleyen marullarla ışıl ışıl biberler sarkıyor ve rüyalarını takas etmek isteyen insanlar dört bir yandalar. Yolculuk rüyasını bir aşk rüyasıyla değiştirmek isteyenler ve gülümseten rüyasını, insanı şöyle bir güzel ağlatan bir rüyayla değiştirmek isteyenler var. Adamın biri, karşısına dikilen bir başkası yüzünden darmadağın olan rüyasının parçacıklarını arıyor. Söylene söylene parçaları topluyor, bir araya getiriyor ve alacalı bulacalı bir bayrak yapmaya çalışıyor. Rüya sucusu uyurken susayanlara su getirmiş, sırtındaki güğümde taşıdığı suyu büyük bardaklara dağıtıyor. Bir kulede, beyaz entari giymiş, saçları ayaklarına kadar uzanan bir kadın saçlarını tarıyor. Taraktan rüyalar saçılıyor. Saçlardan yayılan rüyalar, tüm karakterleriyle havaya karışıyor.”

Helena’nın bir diğer rüyası ise şairler ve kelimelerin dansını uzaktan uzağa seyrettiriyor bizlere, renkleri de atlamadan. Meğerse şairlerin dünyası, bizim tahayyül ettiğimiz gibi değilmiş. Belki de Helena’nın düşlerine şairler yetişemiyormuş. İşte Helena’nın şairleri: “Kelimelerin evine şairler gelirmiş. Eski cam kavanozlardaki kelimeler şairleri bekler ve seçilmek için âdeta çıldırırlarmış: Onlara göz atan, koklayan, dokunan, tatlarına bakan şairlere yalvarırlarmış. Şairler kavanozları açar, kelimeleri parmaklarıyla yoklar, sonra dillerinin ucuna ya da burunlarına yaklaştırırlarmış. Şairler hiç bilmedikleri kelimeleri ve bildikleri ama yitirdikleri kelimeleri ararlarmış. Kelimler evinde bir de renkler masası varmış. Renkler, kocaman kaselerin içinde sunulurlarmış ve her şaire ihtiyacı olan renk ikram edilirmiş: Limon sarısı ya da güneş sarısı, deniz mavisi ya da duman mavisi, şarap kırmızı, kan kırmızısı ya da mühür kırmızısı…”

Helena’yla rüyalarını takas etmek istemeyen var mı? Kendi adıma, komodinimde defter ve kalem bulundurmaya karar verdim bu akşamdan itibaren, bakalım benim rüyalarımdan neler çıkacak? Kıskandım mı? Hayır, hiç de değil!

Etiketler

eduardo galeano