ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

The Cut: Ölümle yaşam arasında

1915’te Osmanlı Ermenilerinin yaşadıklarını anlatmak için özellikle Batı’da kullanılan tabirlerden biri de ‘Ölüm yürüyüşü’ydü. Fatih Akın’ın, o mahşeri günlerin ateşi ve kılıcı içinden kırıla döküle geçen bir ailenin trajedisini anlattığı filmi The Cut (Kesik), bu ölüm yürüyüşünün aynı zamanda bir yaşam yürüyüşü olduğunu da gösterebildiği için çok değerli bence. Sinema sanatı açısından niteliği ve zaafları çokça tartışılan filmin, sevapları bununla sınırlı değil.

The Cut gerek Avrupa ve Amerika’da, gerekse Türkiye’de eleştirmenlerden çokça olumsuz yorum aldı, pek beğenilmedi; en azından Fatih Akın’ın önceki filmleri kadar başarılı bulunmadı. Eleştirmenler, belki doğal olarak, filmi biraz teknik bir gözle değerlendiriyor. Oysa, 100 yıl önce yaşanmış ve yüz yıldır inkâr edilmiş, yok sayılmış, tahrif ve göz ardı edilmiş bir insanlık suçunu anlatan, üstelik bir Türk yönetmen tarafından çekilen bir film bu. Sırf bu özellikleri bile, The Cut’ın salt teknik bir yorumlamaya sığmayacağını, salt eleştirmen gözlükleriyle okunamayacağını söylüyor. Çünkü Fatih Akın’a bu filmi yaptıran, öncelikle sanatsal kaygılar değil, her şeyden çok kendisiyle, kimliğiyle, ruhuyla, vicdanıyla ilgili bir yüzleşme çabası.

Fatih Akın’ın filminin, üzerine gitmeye çalıştığı bir tarihsel inkâr zemini var Türkiye’de; bunun bugün politik olarak ifade ettikleri ve filmin anlatmak istedikleri var… Bunları görmezden gelerek, bunlardan hiç söz etmeden, Türk medyasının deyişiyle ‘Kesik’e kesik atmak’, olsa olsa insanlık suçunu ve inkârını mazur gören bir kötülükle, kalpsizlikle mümkün. The Cut, işte tam da bu kalpsizliğin karşısında yer alıyor.

The Cut’ın özü, herhalde başka her şeyden çok, yüz yıldır Türkiye’de ve dünyada anlatılamayanı anlatma çabası. Bir filme, bir sanat eserine yüklenmesi haksızlık olan, çok ağır bir yük bu. Bu yükü omuzlarında hisseden Fatih Akın’ın, Ermeni soykırımına dair ilk ağızdan “anlatılması gereken” her şeyi; savaşın taraflarını, sürgünü, zorla çalıştırmayı, katliamı, cinayet işlemeleri için salıverilen mahkûmları, tecavüzleri, açlıktan ölen çocuk ve kadınları, din değiştirmeye zorlananları, ölüm kuyularını filmin içine sıkıştırmak zorunda kalması, Türkiye’nin ve dünyanın yaşananlar karşısındaki körlüğünün, sağırlığının sonucu. Bu körlüğe ve sağırlığa meydan okuma zorunluluğu karşısında yönetmen, hakikati anlatabilmek için sanatından, sinemacılığından taviz veriyor; omuzlarındaki yükü filmin izleyicisiyle paylaşabilmek için, başka herhangi bir hikâyede herhalde başvurmayacağı anlatım yollarına sapıyor ama bu zor işin altından kalkıyor da.

Mardinli Nazaret Manugyan’ın, yaşadığı kentten Diyarbakır vilayetinin ücra köşelerine, oradan Resulayn’a, oradan Halep, Beyrut, Küba, Florida ve Kuzey Dakota’ya uzanan yolculuğu, bir ölüm yürüyüşü olduğu kadar, bir hayata tutunma, vahşi içgüdülerle hayatta kalma ve yeni bir hayat kurma hikâyesidir de. İnsanın en büyük gücü, herhalde her koşulda nefes almak için gösterdiği iradedir ve The Cut, bu yönüyle Ermenilerin ya da Türklerin değil, bütün insanlığın hikâyesini anlatıyor, evrenselleşiyor.

Boğazı kesilerek ölmekten vicdanlı bir Türk sayesinde kurtulan ama aldığı ‘kesik’le “sükuta mahkûm edilen” Nazaret’in suskunluğunda, belki de Türklerin 100 yıllık suskunluğunu ‘da’ görmeliyiz. Devletin, o günün iktidarının dayattığı cinayetler, can ve mal gaspı ve bütün bunların yaşanmadığı yalanı üzerine kurulu inkâr, sadece Ermeniler için mi ağır bir yara? Peki ya Türkler, Türkiye toplumu? Yaşananların, gerçeklerin inkârı, bu sükut, Türklerin de boğazında kesik değil mi bir anlamda?

İşte Fatih Akın, Almanya’da doğup büyümüş de olsa, bir Türk olarak bu kesiği, bu dilsizliğin yükünü benliğinde hissetmiş olmalı. Bir zamanlar hakkında hiçbir şey bilmediği bir zaman diliminde yaşanan acıları öğrendikten sonra bu meselenin üzerine gitmeden yapamaması, The Cut’la sonlanan bir ölüm-yaşam yürüyüşüne çıkması, bu dilsizlik kapanından kurtulmak için şüphesiz. Geçen hafta Agos’a, “Bir yüküm vardı, onu izleyiciye bıraktım” deyişinin ardında, bu suskunluk duvarında bir çatlak oluşturmak isteyenlere el vermiş, görevini yapmış olmanın rahatlığı var en çok.

Nazaret Manugyan’ın Mardin’den Amerika’nın kuzeyine ulaşan çilesi, bu toprakların kadim halklarından birinin, köklerinden sökülerek, öle döküle, buğday taneleri gibi dağıla saçıla dünyanın dört bir yanına savrulmasının hikâyesi. Ölenle ölemeyen, kalanla kalamayan, yaşama devam edebilmek, belki yeniden köklenebilmek için gözünün nuru kızlarının peşinden gitmekten başka yazgısı olmayan Nazaret’in tek kişilik destansı direnişinde, bir halkın ölümün karşısına her şeye rağmen yaşamı diken kudretini görüyoruz. Bu, The Cut özelinde Ermenilerin hikâyesidir belki, ama onlar nezdinde, dünyanın tüm mazlum halklarının, tüm göçmenlerinin, yerinden yurdundan edilen ve direnen insanlarının da hikâyesidir.

Filmde Nazaret, ailesini kaybettikten, ölümler, cinayetler gördükten; hatta can çekişen baldızını acısına son vermek için kendi elleriyle öldürdükten sonra Tanrı’ya isyan eder. O’na baş kaldırır. Bu başkaldırının biçareliğini, filmde onun göğe öfkeyle fırlattığı taşlarla görürüz. 1915’te yaşananlardan ötürü Tanrı’ya inancın yitimi ve isyan, Ermeni gerçekliğinde çokça görülen, usta müzisyen Arthur Meschian’ın ‘Ur eir Asdvadz?” (Neredeydin Tanrı?) şarkısında sanatsal ifadesini bulmuş bir temadır. İşte The Cut, Tanrı’ya, insanlığa ve iyiliğe inancını yitirenlere göz kırpan bir armağan gibi. İncil’deki gibi, “Gerçek hepimizi özgür kılacak” diyen bir armağan.

Hepimizi.