YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Bu derin devlet de olmadı, yenisi gelsin

‘Gülen Cemaati’ diyebileceğimiz oluşum, her ne kadar bir tabanı, kültürel bir veçhesi, iktisadi bir ayağı olsa da, esasen ‘devlet’ içinde, ‘devlet’le birlikte var olabilen, kazandığı etkinlik ve cesamet gereği artık neredeyse ‘devlet’siz yaşayamaz hale gelmiş bir, ne diyelim, yapı. Zaten operasyon üzerine operasyon yemelerine rağmen hâlâ ‘devlet’in içinde var olabildiklerini, kazınamadıklarını kanıtlama çabası da (fuat avni hesabından bahsediyorum), bu durumun bir sonucu. Ancak Cemaat’i sadece böyle tanımlamak yanlış olur. Zira Cemaat, devlet içinde var olmanın ötesine geçip, yeni ‘derin devlet’ olmaya da soyunmuş, daha doğrusu soyundurulmuş bir yapı.

Biraz geriye gitmekte beis yok. Özal, Demirel, Ecevit dönemlerine mesela. Hatta 12 Eylül sonrası ile seçimli hayata geçiş arasındaki o gri döneme bile gidebiliriz. Çok uzak bir geçmişten bahsetmiyoruz. Özal’ın ikinci kez seçimi kazanmasıyla, Cemaat’in polis içindeki etkinliğinin artması o döneme rastlar. Ancak bunu Özal dönemiyle sınırlandırmak doğru olmayabilir. Çünkü 12 Eylül dönemi bir yandan da sol ile mücadele konsepti gereğince, devlet kadrolarını milliyetçi mukaddesatçılarla doldurma dönemiydi ve Cemaat’in o günkü yapısı bu projeye gayet uygundu. Yani hikâyemiz aslında o günlerde başlıyor.

Özal ve daha çok da Demirel dönemiyle, yeni bir aşamaya geçildi. Cemaat’in yurtdışı operasyonları ve yurtdışı-yurtiçi iktisadi faaliyetleri ivme kazandı, medya ayağı da iyice kurumlaştı bu dönemde. Dönem, Cemaat’in devlet tarafından kollandığı, bilhassa Orta Asya’daki okullarının ve iktisadi faaliyetlerinin –‘ticaret yaparak oralara girmek’ sloganıyla– bir ‘devlet’ projesi olarak sunulduğu, öyle anlaşıldığı zamanlardı. Gülen ise neredeyse gayriresmi bir Diyanet İşleri Başkanı muamelesi görmekteydi. Cemaat’in kazandığı bu etkinlik ve faaliyetlerin çapı, o dönemde bile şu izlenimi uyandırmaktaydı: Devlet, ne zaman kullanılacağı belirsiz ama nasıl kullanacağı üç aşağı beş yukarı belli bir yedek gücü devreye sokuyor ve büyütüyordu.

28 Şubat döneminde bu gidişat bir nebze sekteye uğrasa da, Cemaat çok sert bir darbe yemedi. Gülen yurtdışına çıkmak zorunda kaldı ancak yapı varlığını büyük ölçüde korudu. Tam da bu dönemin ardından, 1998 ve sonrasında, Başbakan Ecevit’in Gülen Cemaati’ni hem perde önünde, hem de MGK toplantılarında savunması, ayrıca ilginçtir. Bu süreçten çıkarabileceğimiz sonuç, Cemaat’in devlet tarafından kollanmakla birlikte TSK içindeki bir kanadın, bu kollamaya bir yerde set çekmek istediğidir. Dolayısıyla, Gülen Cemaati’nin devletin hangi kanadının hangi ihtiyacına denk geldiği sorusunun cevabı, biraz da şu yukarıdaki panoramada yatıyor.

Derin devlet cephesinde ise şunlar olmaktaydı aynı yıllarda: Bilhassa MİT ve Emniyet içinde farklı kanatlar oluşmuş, yine ‘devlet’ korumasında palazlanan bu gruplar birbirlerini hedef alır hale gelmişlerdi. Susurluk, bu yapının hem deşifre olması, hem de tasfiye edilmesiydi. Elbette bu tasfiyeler her zaman olduğu gibi belli isimlerin gözden çıkarılması, belli isimlerin ise sadece devre dışı bırakılması şeklinde oldu, gerçek ve kamuoyunu tatmin edici bir yargılama yapılmadı. Çünkü bu tip bir yargılamanın gideceği yer, devletin ta kendisiydi.

Susurluk tasfiye edildi ancak esas yapı durmaktaydı. Ergenekon büyük ölçüde bu esas yapıyı tasfiye etmek üzere başlatılmış bir operasyon oldu ama şöyle bir durum vardı: Operasyonu yürüten Cemaat, aynı zamanda bu derin devletin yerini de almaya namzetti. Yeni ve daha teknolojik imkânlarla, ayrıca yargıyı da ele geçirmenin, daha doğrusu bu yolun ona açılmasının verdiği güvenle, devleti devralmaya hazırdı. Kürt sorunu hakkındaki şahin tutumu da bunun ‘bonus’uydu. Bu, AKP için de uygundu, zira onlar da giden derin devletin yerine yenisini koymak gerektiğini düşünmekteydiler. Zira böylesi bir ‘devlet’ refleksi, farklı tezahürlerle de olsa, Türkiye siyasetine yön veren iki kanatta varlığını hep korumuştur. TSK daha çok İttihatçı - Teşkilat-ı Mahsusacı bir geleneği yaşatırken, Sünni kanat için de, Osmanlı’dan tevarüs edilen bir ‘kutsal devlet’ mantığı, AKP örneğinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın İslami yorumu ile birleşip yeni ve hayli tehlikeli bir versiyona bürünmüştü.

Uzatmayalım. Sonrasında olanlar malum. Her derin devletin başına gelen, Cemaat’in de başına geldi. Devletten daha çok pay istediler. Her halükârda tasfiye edileceklerini anlayınca hayati hamlelerini yaptılar ve tasfiye süreci hızlandı, şiddetlendi. Belli ki durmayacak. Ancak o hayati hamlenin de gerçekten hayati olduğu ortaya çıktı. AKP hukuki manada yolsuzluk dosyalarının üstünü örtmüş ve oy kaybetmemiş gibi görünse de, yüzünde hayatı boyunca taşıyacağı bir yara var artık. Ve bir vadede hukuki manada bazı sonuçlarla karşılaşması ihtimal dışı değildir.

Bütün bu resim eşliğinde Cemaat’e karşı yürütülen son operasyona gelirsek; sol ve Kürt hareketinin bir kesiminde, haklı olarak ‘Nasılmış’” sorusu eşliğinde bir yürek soğutma eğilimi görmek mümkün, ancak beri yandan, bu operasyonun –artık kaldığı kadarıyla– demokratik hayata karşı bir darbe niteliği taşıdığını söyleyenler de az değil.

Şunları söylemek mümkün: Cemaat için yürek soğutmak yanlış değilse de, bunun bugünkü siyasette fazla bir karşılığı yok. Zira, ‘makul şüphe uygulamasının galası’ da diyebileceğimiz bu son operasyonun, Erdoğan devletinin sınırlarını daha da genişlettiği ve bu yöntemlerin yarın her tür basın kurumuna ve siyasi odağa yönelme ihtimali olduğu ortada. Dolayısıyla, Erdoğan’ın o bitmeyen 18 Brumaire’inde yeni bir aşamaya geldiğimizi düşünebiliriz. Buna karşı çıkmak, Cemaat’i kollamak anlamına gelmiyor.

Üstelik şu da var: AKP kendi derin devletini oluşturma çabasının ilkinde başarısızlığa uğradı. Ancak bu, yerine yenisinin gelmeyeceği ya da çoktan gelmediği anlamına gelmez.