ÖZCAN ALPER’İN YENİ FİLMİ: ERKEN KIŞ
Puslu bir yolculuk, savaş ve kimlik
Doğal güzelliklerin öne çıkarıldığı, görsel estetiğin bilinçli bir şekilde sadeleştirildiği ve coğrafî iklim koşullarının fonda yoğun olarak hissedildiği son dönem sinema ve dizi yapımları, izleyiciler arasında her geçen gün daha fazla ilgi uyandırıyor. Bu akım, özellikle atmosfer yaratımına dayanan filmlerde belirginleşirken, Özcan Alper’in yeni filmi ‘Erken Kış’ da bu eğilimi kısmen taşıyan, ancak bununla sınırlı kalmayıp bundan çok daha geniş bir anlatı evreni kuran bir yapım olarak öne çıkıyor.
Film, başlamasıyla birlikte izleyiciyi bir yolculuğa davet ediyor. Yönetmen, bizi Karadeniz’e uzanan bu yol boyunca, kendi doğup büyüdüğü coğrafyanın puslu ve değişken iklimine dahil ederken, hikâyenin duygusal yoğunluğunu da bu atmosferle ustalıkla harmanlıyor. Yer yer çakan şimşekler, yer yer neredeyse hiçbir şeyin görünmediği sisli hava, anlatının gergin ve yer yer mistik tonunu güçlendiriyor. Belirttiğim gibi, ‘Erken Kış’ izleyiciyi yalnızca bir yolculuğa çıkarmakla kalmıyor; aynı zamanda içinde gerçek öfkenin, sunî mutluluğun ve güçlü sevginin bir arada var olduğu, bitmek bilmeyen bir içsel yolun da kapılarını aralıyor. Bu bağlamda film, Panah Panahi’nin ilk uzun metrajlı filmi ‘Hit the Road’ [Yola Devam] ile kurduğu tematik benzerlik sayesinde kişisel değerlendirmemde ayrıca bir artı puan kazanıyor. Ancak yine belirttiğim gibi, ‘Erken Kış’ yalnızca bu benzerlikten ibaret değil; çok daha fazlasını sunan bir yapım.
Başrollerini Timuçin Esen ile Leyla Tanlar’ın paylaştığı film, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırıları sonrasında yolu istemeden de olsa Türkiye’ye düşen bir taşıyıcı annenin, görevini tamamladıktan –her ne kadar geç kalmış olsa da– annesinin yanına, Gürcistan’a dönüş hikâyesini merkezine alıyor. Bu yolculuk boyunca Timuçin Esen’i Ferhat karakteriyle şoför koltuğunda, bu filmdeki performansıyla 62. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü alan Leyla Tanlar’ı ise Lia karakteriyle, Esen’in yanında izliyoruz. Ferhat ile Lia’nın, yasadışı bir anlaşmanın getirdiği zorunluluk sonucu Türkiye sınırından Gürcistan’a doğru çıktıkları üç günlük zorlu seyahat, biyolojik bağların, sınıfsal farklılıkların yanısıra insan psikolojisinin derinliklerinde gezinen bir hikâyeye dönüşüyor. İstanbul’dan sınır bölgesine ilerledikçe Lia, ardında bıraktığı bebeği Ada’nın yarattığı vicdan ve acı duygusuyla boğuşurken; Ferhat ise eşi Handan ile gerginleşen evlilik ilişkisi ve iş yaşamının üzerindeki yük arasında sıkışıp kalıyor.

Titiz ve etkileyici bir sinema dili
Ferhat’ın film boyunca kendisini en huzurlu hissettiği yerin köydeki aile evi olduğunu fark ettiğimizde, İstanbul’un bitmek bilmeyen keşmekeşinin yarattığı ruhsal baskının nasıl bir boğulmuşluk hissine yol açtığını daha net görüyoruz. Bu huzur, yalnızca büyükşehir karmaşasından kaçışın değil; aynı zamanda Ferhat ile Lia arasında yol boyunca biriken duygusal gerilimin bu köyde geçici olarak hafiflemesinin verdiği sakinliğin de bir sonucu. Hopa’ya bağlı bu Laz köyünün kimliğini ise, Ferhat’ın başka bir köylüyle Lazca konuştuğu kısa ama anlamlı bir sahneden anlıyoruz. Yönetmen, iki karakter arasındaki gerilimin kimi zaman derinleşebileceği, hatta bir noktaya varabileceği ihtimalini birkaç sahneyle sezdirse de, bu bağı hiçbir zaman kesin bir sonuca ulaştırmıyor; aksine bu muğlaklığı bilinçli bir tercih olarak izleyicinin hayal gücüne bırakıyor.
‘Hit the Road’da olduğu gibi yol ve aile temasının güçlü olduğu bu filmde, final kısmında izleyiciye biraz daha fazla bilgi verilen bir anlatı tercih edilmiş. Yasadışı anlaşma nedeniyle Gürcistan’la sınırlı iletişim kurabilen Lia, nihayet annesine kavuştuğunda en çok aklını kurcalayan o soruyu sormayı başarıyor: Babasına ne oldu?
Özcan Alper’in yine oldukça titiz ve etkileyici bir sinema diliyle ortaya koyduğu ‘Erken Kış’, yalnızca anne ile çocuk arasındaki fiziksel ve duygusal bağın gücünü hatırlatmakla kalmıyor; aynı zamanda savaş koşullarının insan hayatında hangi etik değerleri nasıl aşındırabildiğini, hatta yer yer tamamen yok edebildiğini güçlü bir biçimde gözler önüne seriyor. Hem atmosferi hem karakter derinliği hem de duygusal ağırlığıyla film, günümüz sinemasında nadir rastlanan türden yalın ama etkileyici bir anlatı sunuyor.

