NESLİHAN KOYUNCU BALİ

Bir önceki yazımda, Resim Heykel Müzesi ve müzenin eski yerinde açılan Millî Saraylar Resim Müzesi hakkında kısaca bilgi vermiş, günümüze hangi yollardan geçerek geldiklerinden bahsetmiştim.

Yaz sezonunda çoğu sanat mekânında yeni sergi açılmadığı ve sıcaklarda bebekle dolaşmak zor olduğu için bir süredir sadece ulaşımı kolay olan, klimalı müzeleri ziyaret ediyorduk. Yıllarca Anadolu tarafında yaşadıktan sonra Avrupa yakasına taşınmanın en büyük avantajı sanat mekânlarına yakınlaşmak oldu. Avrupa yakasındaki bu bariz yoğunlaşmayı, sanatın merkezileşmesi, çoğu müzenin bu yakada bulunması ve yerli-yabancı turistler için bu yakanın daha güçlü bir çekim merkezi olmasıyla açıklanabilir. Bu yazıda, yıllarını ‘var ama yok’ olarak geçiren, ‘hafızasızlaştırma’ mağduru İstanbul Resim ve Heykel Müzesi ile, onu Dolmabahçe Sarayı’ndaki yerinden ederek açılan Millî Saraylar Resim Müzesi’nden bahsedeceğim.

Sanatçı Ece Gökalp ile ilk işlerinden birini görüp, ona hayranlıkla mesaj atarak tanışmıştım. Fotoğrafın üzerine yaptığı çizimler, işlemeler, fotoğraf baskısının formlarıyla oluşturduğu dil; 2014’te yüksek lisans okurken işlerini gördüğüm anda bana verdiği heyecanı şimdi bile hatırlıyorum.

Sıcaklar bastırdığı için Defne’yle dışarı çıkmanın zorlaştığı bugünlerde, gideceğim sergileri seçerken kılı kırk yarıyorum. Bayram tatili öncesi, Ateş Alpar’ın Merdiven Art Space’te açılan ‘Taş Kabuk Sessiz’ başlıklı sergisine gitmeye karar verdim. Yazacağım yazı, serginin bitiş tarihinden sonra yayımlanacaktı ama kapandıktan sonra da hakkında konuşulması gerektiğini düşündüm. Şansımıza, 15 Temmuz’a kadar uzatılmıştı.

Fotoğraf kadrajına dâhil olan mekânlar kadar, fotoğrafların nasıl yan yana geldiği ve birbiriyle ilişkisi de serginin anlatısı açısından önem taşıyor. Orada yüzyıllarca yaşamış medeniyetlerin yıkıntılarının göründüğü, Urfa-Harran fotoğrafı ile İstanbul’daki Ataşehir ‘medeniyeti’ne ait, inşa edilmeyi bekleyen yapı malzemelerinin göründüğü fotoğrafın absürt yan yanalığı, benim için, yok edilen kültürel hafızanın eksikliğinde oluşan eğreti kültürü temsil ediyor.

60’lardan günümüze hiç durmadan, incelikle üreten bir sanatçı olarak Sarkis, nice konuyu, insanı, nesneyi, rengi, sesi, mekânı birbirine dokudu; birçok başka sanatçıya, müzisyene, besteciye, mimara referanslarıyla dokundu. Sanatçıya göre, yaşından dolayı (85) bazen isimleri unutabilse de, ürettiği her yapıt, açtığı her sergi, belleğinde en ince detayına kadar, hiç bozulmadan berraklığını koruyor.

Bazı sanat işleri, izleyiciyi esere dâhil etme niyetiyle yaratılmış olsalar da, nihai hâlleriyle, izleyicinin “Buna dokunmaya izin var mı acaba?” tereddüdü yaşaması nedeniyle, bu amaca ulaşamayabiliyor. Koťátková’nın sergisinde de, “Giyilebilen eserler ziyaretçiyi etkileşime davet ediyor mu, yoksa eski bir performansın kalıntıları olarak mı sergileniyorlar?” şüphesiyle dokunmaya çekindiğim veya içine girmeye tereddüt ettiğim eserler oldu ama ‘Çözünen Beden’ adlı işin kafa kısmında yatan kediyi görünce, Defne’yi emeklemesi için kaburga kısmına bıraktım.

Açılışını 14 Nisan’da, Melike Bayık küratörlüğünde 13 sanatçının işlerini bir araya getiren ‘Düşler, Hakikatler’ başlıklı sergiyle yapan Casa Botter Sanat ve Tasarım Merkezi, İstiklal Caddesi’ndeki dönüşümün en olumlu sonuçlarından biri. Art Nouveau tarzındaki mimarisi ve dış cephesiyle kültleşen, ancak yıllardır metruk hâlde olan Botter Apartmanı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından restore edilerek hayata döndürülüyor. Bu ihtişamlı tarihî binanın yeniden doğuşuna –kızım Defne’yle birlikte– tanık olmak benim için çok anlamlı oldu; binayı sanat işleriyle birlikte görmek ise ilk izlenimimi daha da derinleştirdi.

İstanbul’da, İstiklal Caddesi üzerinde yer alan Yapı Kredi Kültür Sanat, farklı coğrafyalardan iki sanatçıyı bir araya getiren yeni sergi dizisi ‘Bir Arada’ya, Sena Başöz’ün ‘İyileşme Olasılıkları’ ve Noor Abuarafeh’in ‘Fısıldama Metotları’ başlıklı sergileriyle, 3 Şubat’ta başladı.