FETHİYE ÇETİN

Fethiye Çetin

GELECEĞE BAKMAK

Faşizmin yenilgiye uğratıldığı ve bittiği düşünülüyordu. Oysa bugün, sadece ülkemizde değil dünyanın pek çok ülkesinde, ilkeleri insan hakları rejimince belirlenmiş ancak uygulaması devletlerin insafına bırakılmış bir dünyada dünya devletlerinin imzaladığı sayfalarca düzenleme, boş birer yığın olma riskiyle karşı karşıya, BM gibi kurumlar giderek anlamsızlaşıyor, varlık nedenlerini yitiriyorlar. Faşizm bitmiş, kapanmış bir sayfa mı?

Vatandaşın can güvenliğini, yaşam hakkını korumakla yükümlü üst düzey bir emniyet görevlisi, Hrant Dink’in yaşamı söz konusu olduğunda görevini yapabilmenin cesaret gerektirdiğini söylüyordu. “Neden cesaret istiyordu?” diye sorduğumda, ellerini iki yana açıp başını bir tarafa eğdi ve sustu, “Siz biliyorsunuz” anlamına geliyordu bu hareketi.

Wolfgang Schorlau gerek Anayasayı Koruma Teşkilatı gerekse polis istihbaratının, iki Almanya’nın birleşmesinden sonra da çok sayıda kararlı militan Neonazi’yi muhbir olarak devşirdiklerini de anlatıyor. Bu muhbirler aracılığıyla istihbarat örgütleri, Neonazi sahnesini yakından izliyor, inşasına da katkıda bulunuyorlar. Muhbirin suçun inşasına katıldığı eylemlerde devlet, doğal olarak muhbirini korumak istiyor, açığa çıkmaması için tedbirler alıyor. Hatırlayalım, Hrant Dink cinayetinde muhbirin suçun azmettirilmesindeki rolü ve aktif katılımı, ancak o dönem devlet içindeki odakların iktidar savaşı sayesinde ortaya çıkabilmişti. Muhbir devşirilmesindeki usulsüzlükleri de, muhbirin suçun inşasındaki rolünü de bu şekilde öğrenebilmiş, muhbirin cinayetteki rolü ortaya çıktıktan sonra dönemin Emniyet kadrolarında yaşanan telaşa hep birlikte tanık olmuştuk.

Wolfgang Schorlau’nun ‘Koruyan El’ (İletişim Yayınları) isimli polisiye romanını yeni okudum. Kitabın kapanış notunda şöyle diyor Schorlau: “Bu kitap gerçek bir suç vakasının edebiyat yoluyla kovuşturulmasıdır. Ve korkarım ki bir devlet suçuyla ilgili bir soruşturmadır bu." Kitap gerçekten sarsıcı ama anlatılanlar bize hiç de yabancı değil, kitap boyunca anlatılan hemen her vakayla bizim ülkemizdeki çok sayıda uygulama arasında ister istemez paralellikler kuruyorsunuz. Mesela Hrant Dink cinayetinde o kadar çok delil karartılıyor ki ben bu yazıda soruşturmayı yürüten savcıların henüz dosyada gizlilik kararı varken soruşturmanın ilk günlerindeki tespitlerinden şimdilik sadece ikisine değinmekle yetineceğim.

Ne demek istiyordu Yargıtay Başkanı ve ne talep ediyordu? Yargıtay gibi üst yargı organının başındaki isim, hukuk devletinin dayattığı ve esasen iktidarı sınırlayan hukuk anlayışını batılı hukuk diyerek dışlıyor, yürürlükte olanı yani yasaları reddediyordu. Biraz kabaca bir ifadeyle, bu batılı yasaların bizim topluma uymadığını söylüyordu. Bu yaklaşım bir anlamda yasa dışılığı teşvik etmek anlamına gelebileceği için oldukça riskli. Bir de batılı hukuk diyerek dışlanan hukukun, -bütün eksiklerine, uygulama sorunlarına rağmen- toplumla, kültürle bir uyuşmazlığı olduğundan söz etmek pek de isabetli bir tespit değil. Sorun, yasa-toplum uyuşmazlığı değil iktidar-yasa uyuşmazlığıdır zira.

Anayasa Mahkemesi’nin ihlâl kararına rağmen 2018’den bu yana Cumartesi Anneleri/İnsanları’na kapalı olan Galatasaray Meydanı, Emine Ocak’ın cenaze töreni için açılmıştı ve tam da onun mücadeleci, direngen kişiliğine yakışır bir buluşmaydı bu tören. Cumartesi Anneleri/İnsanları mücadelelerinin içinden bizi, geçtiğimiz yüzyıla bambaşka bir gözle bakmaya davet etti. 24 Nisan’ı Ermeni Soykırımı’nın başlangıcı olmanın yanında bu coğrafyanın ilk toplu ve sistematik zorla kaybettirme günü olarak anmaya başladılar.

Genç okurlar için hatırlatmak isterim; Türkiye’de 12 Eylül darbesinin hemen ardından yeniden yapılandırılan ilk kanunlardan biridir Adli Tıp Kurumu Kanunu ve bu kanun o dönem bütün hızıyla sürdürülen siyasi cinayetlerin, işkencenin, eziyetin üstünü örtmek için bu kurumun iyi bir araç olduğu düşünülerek yapılmış, iştigal sahası nedeniyle özerk olması gereken kurum doğrudan yürütmeye bağlanmıştır. Çünkü tahakküm sistemlerinde devlet, adli tıp alanını hakikatin ortaya çıkarılması yönünde değil hakikatin örtülmesine yarayan şekilde kullanıyor. Şili’nin adı cinayet ve işkencelerle anılan diktatörü Pinochet’in adli tıp kurumu için “devletin kirli çamaşırlarını yıkayan bir çamaşır makinesi” tanımlamasını yapması boşuna değil.

Bir sınır kapısını soykırımı meşrulaştırmak için, soykırım kurbanlarının anısına hakaret için, düşmanlık ve nefreti körüklemek için kullananlara, Zoryan Enstitüsü’nün açıklaması yanında Sevgili Takuhi Tovmasyan’ın 19 Ocak Hrant Dink anmasında Agos penceresinden yaptığı ve Hrant Dink’e seslendiği konuşmasını okumalarını öneririm.

Bu bakış açısı sadece Kılıçdaroğlu’na mı ait? Değil elbette. Tarih boyunca toplumun taleplerine aykırı kararlar alan, bu kararları topluma rağmen hayata geçiren siyasiler, muktedirler, toplumun tepkisinin kısa süreceğine, kısa bir süre sonra da unutulacağına inandıkları için de böylesine pervasızlar. Yine sık sık dile getirilen, “Türkiye toplumu bir amnezi toplumudur” klişesi doğru mu? Toplum kendisine rağmen yapılanları, haksızlıkları, adaletsizlikleri, kendisine yaşatılan acıları unutuyor mu? Tarih, geçmişin ağır yükünden unutma yoluyla kurtulma çabalarıyla dolu. Mesela Peloponez Savaşları’nın ardından geçmişteki acı olayları ve kötü durumları hatırlamayı yasaklayan bir yasa çıkarılmış. Yasayı çıkaranlar unutulmuş ama yasaya rağmen bu savaşlar ve savaşlarda yaşanan acılar unutulmamış.

Yargıtay üyesi Metin Yandırmaz aynı gün sosyal medya hesabından aşağıdaki paylaşımı yaptı: “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz. Buna ceza hukukunda masumiyet karinesi denir. Sadece hukukçuların değil, herkesin bilmesi gereken temel bir hak ve kuraldır." Sayın Yandırmaz’ın sadece bir anayasa hükmünü hatırlatmaktan ibaret paylaşımını ilginç ve toplum için bu kadar önemli kılan, ona haber niteliği kazandıran ne olabilir? Anayasanın 38. Maddesinin dördüncü fıkrası yeni değildi, masumiyet karinesi adı verilen bu hak, adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak anayasada güvence altına alınmıştı ve bu düzenleme yıllardır yürürlükteydi. Bu norma haber değeri veren, onu ilginç ve önemli kılan normun kendisi değil bir yüksek yargıcın bu normu dile getirmesiydi. İşte burada başlıyor gariplikler.