“Surp Giragos, atalarımıza minnet borcumuz”

Jaklin Çelik, Diyarbakır’daki Surp Giragos Kilisesi’nin Europa Nostra Büyük Ödülü’nü almasının ardından, kilisenin yönetim kurulu başkanı Ergun Ayık ile Surp Giragos’un bölge ve Ermeniler için ne ifade ettiğini, restorasyonun maliyetini, güvenlik sorununu, gelir sağlamak için düşünülen yolları konuştu.

Diyarbakır Surp Giragos Kilisesi, tüm dünyaya yayılmış Ermeniler için ayrı bir önem taşıyor. Anadolu topraklarında tekrar ayağa kaldırılmış bu heybetli yapı, tüm Ermenilerin duygu alışverişi kurdukları bir hafıza merkezi aynı zamanda. Kilisenin restorasyonunu takip edenler oranın ne kadar meşakkatli bir çabayla ortaya çıktığına tanık olmuşlardır. Başta Yönetim Kurulu Başkanı Ergun Ayık ve restorasyon uygulayıcısı Zülfikar Halefeoğlu olmak üzere, insanüstü bir çaba sergilenmiştir. Yapım süreci ve sonrasında, kilisenin bulunduğu Suriçi bölgesi iç savaşın etkilerini en çok kusan semtlerden biri. Hal böyle olunca, hem yapı hem de orada çalışanlar için tekin olmayan bir süreç yaşandı. Yapının restorasyonu için gerekli bütçenin bulunması ise başlı başına bir sorundu. Hatta bu sorun azalan ölçüde devam ediyor diyebiliriz. Ama güvenlik sorunu için aynı şeyi söylemek mümkün mü, emin değilim. 

1 Haziran’da Surp Giragos Kilisesi’nde yapılacak ayine katılmak üzere Dört Ayaklı Minare’ye doğru inerken çan sesi yankılanıyordu sokaklarda. Kilise yaklaştıkça, sesten rahatsız olan esnafın söylentileri de büyüyerek yuvarlanıyordu yokuş aşağı. Türkiye’de yaşayan her azınlık bireyin sergilediği pişkinlikle devam ettim yoluma. Ama biraz buruk. Kendi derdine düşmüş, karmaşanın ensesinden inmediği bu şehirde herşeye rağmen olayları ve söylemleri ayrı konumlandırmak gerekiyordu belki de. Yani Müslüman mahallesinde salyangoz satıyor olmak, aynı anda hem Müslüman adına, hem de salyangoz adına düşünmeyi gerektiriyordu.

Surp Giragos Kilisesi Yönetim Kurulu Başkanı Ergun Ayık’la bir araya gelişimiz bu düşünceler ekseninde gelişti. Europa Nostra Ödülü’nü almak üzere gittiği Oslo’dan dönüşünde, ödül, kilise ve gidişat üzerine sohbet ettik. Söz Ergun Ayık’ın...

Europa Nostra Büyük Ödülü

Biz yönetim olarak Europa Nostra’ya başvuruda bulunduğumuzda çeşitli belgeler ve görüntüler istendi. Sonrasında kiliseyi ziyaret ettiler ve neticede, Surp Giragos Kilisesi, 29 ülkeden, 263 eser arasında seçilen 28 restorasyondan biri olarak Europa Nostra 2015 Büyük Ödülü’nü aldı. Ayrıca, kazanan projeler arasında, jüri tarafından seçilen en büyük yedi ödülden birine layık görüldü. Bu da bir gurur ve sevinç kaynağı oldu bizler için. Bir üçüncüsü ise, internet dalında bütün dünyada halk oylaması sonucu dünya üçüncülüğü kazandı. Bu ödülleri kazanması sadece restorasyonundaki teknik mükemmeliyetten dolayı değildi elbette. Başlıca sebeplerden biri, Avrupalıların ve seçici jürinin önem verdiği temalardan biri olan, restorasyon sonucunda yapıya belirli bir kitlenin oraya akışı sağlanarak insanların birbirleriyle kaynaşmasına olanak sağlamasıydı. Yüz yıl boyunca aralarında büyük travmaların yaşandığı insanların birbirine biraz daha yakınlaşması ve orada yapılan sosyal faaliyetler, bu ödüllerin alınmasında önemli rol oynadı.

Kiliseyi ayakta tutmak

Kilise bittikten sonra aşağı yukarı iki yıl orayı iki kişiyle idare ettik. Bu kişiler kilisenin bakımından güvenliğine, mutfakta çay kahve servisine kadar her şeyden sorumluydular. Bu süre zarfında Belediye’yle yaptığımız görüşmelerde, kiliseye ait, eskiden okul olarak kullanılan mekânın Diyarbakır Kent Müzesi’ne verilerek orada Ermenilere ait bir bölüm oluşturulması konusunda mutabık kaldık. Bu vesileyle, Belediye, kilisenin gece güvenliğini sağlamayı kabul etti. Bunun yanı sıra, kilisenin temizliğini ve bahçe bakımını üstlenecek ve ziyaretçiler geldiğinde içerde onlara refakat edecek, onları gözetleyecek insanlara ihtiyaç vardı. Diğer masraflarla birlikte, kilisenin 25 bin TL’lik bir gideri vardı; restorasyonun borcunu henüz bitirmemişken, 3 bin TL kira geliri ve mum sandığından çıkan bağışlarla bu giderleri karşılamak imkânsızdı. Kaldı ki, özellikle yaz aylarında oraya gelenlerin oluşturduğu bir insan trafiği var. Bu ziyaretçiler arasında yabancı turistler, yurtiçi ve yurtdışından gelen Ermeniler, ve tabii, onlardan çok daha fazla, o bölgede yaşayan Müslümanlaşmış Ermeniler var. Yaz mevsiminde günlük ziyaretçi sayısı 300’ü buluyor. Bilhassa, turist grupları orta yaş ve üstü insanlardan oluştuğu için, kiliseye geldiklerinde orada oturmak, biraz vakit geçirmek istiyorlar. Biz de yönetim olarak hem orayı çekip çevirebilecek, hem de gelen misafirleri belli bir kalite çerçevesinde ağırlayabilecek bir organizasyon arayışına girdik. Dört ay boyunca yönetimdeki arkadaşlarımızla birlikte arayışımızı sürdürdük. Açıkça söylemek gerekirse, belli bir bağış karşılığında orayı işletmeye kimse yanaşmadı. Bir yıl önce şimdiki işletmeci arkadaşlarla bir sözleşme imzaladık ve orada bir standart sağladık. En azından kilise dışındaki mekânlar bakımlı ve ziyaretçiler, kilise atmosferinde güvenli bir şekilde kaliteli zaman geçirebiliyorlar. Ayrıca, kilisede bulunan, çeşitli kitapların ve hediyelik eşyaların satıldığı mağazamızda yabancı dil bilen bir rehber de, gelenlerle alakadar oluyor.

Bahçedeki kafeterya

Şu andaki işletme orayı nispeten koruyor. İki hafta önce, bir HÜDAPAR’lının öldürüldüğü gün işletme sahipleri birçoklarının oraya girmesini engellemiş ve önlem olarak erken kapatıp gitmişler. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, oradaki kafeyle ilgili daha iyi önerisi olan varsa, biz yönetim olarak konuşmaya açığız. Artniyetli olanlar dışında, bugüne kadar bana intikal etmiş tek bir şikâyet yok. Buna rağmen, bir şikâyet kutusu koyacağız. Şunu da bilmek gerekir ki, toplumu bin sene önceki kurallarla yönetemeyiz. Her şey değişip dönüşüyor. Kiliseler eskiden beri sadece ibadet yeri değil, aynı zamanda sosyal alanlar olarak kullanılır. Bizim de yapmaya çalıştığımız, bu sürekliliği sağlamak.

Bu yıkılma bir gün birden bire olmadı. O hale gelmesinde Patrikhane’nin, biz Diyarbakırlıların, İstanbul ve dünya Ermenilerinin kabahati var. Mesulü biziz. Koruyamamışız.

Asıl sorun: Biz ne istiyoruz?

Dört senelik restorasyon çalışmaları süresince orada kimseyle bir problem yaşamadık. Ama bu, yaşamayacağımız anlamına gelmez elbette. Çünkü biz onlara çok iyi davrandık. Ama yarın ne olur bilemeyiz, o ayrı bir konu. Asıl soru, biz ne istiyoruz? Ben şöyle düşünüyorum: Bizler hayatta kaldıysak, hepimiz biliyoruz ki ailemizden insanlar kendilerini feda ettiği içindir. Bizim onlara çok büyük bir borcumuz var. Heykellerini dikemeyiz, mezarlarının yerini bilmiyoruz, bir mezar taşı dikemeyiz. Evlerini alamıyoruz, toprakları zaten gitmiş. Bizim şu anda onlar için yapabileceğimiz tek şey, anılarını yaşatmak. Ruhları semada geziniyor. O kilisede eğer bugün bir ilahi okunuyorsa, bir çan çalıyorsa, o sesler o ruhların gıdasıdır. Şu anda bizim bir imkânımız var, böyle bir ortam elimize geçmiş. Dünya kadar arazimiz var orada, hepsinin mahkemeleriyle uğraşıyoruz. 1915’ten önce Anadolu’da iki binden fazla kilise ve manastırımız vardı. Bunların büyük bir kısmı yıkıldı. Bir kısmı cami yapıldı, ahır yapıldı. Ama Surp Giragos 15 sonrası ayaktaydı. Almanlar iki-üç sene karargâh olarak kullandı, sonra Sümerbank aldı. Ama oradaki insanlar 1950’den 80’lere kadar orayı ayakta tuttular. Halk vardı. 80’den sonra yıkıldığında, orada gene halk vardı. Ama kimsenin umurunda değildi. Bu yıkılma bir gün birden bire olmadı. O hale gelmesinde Patrikhane’nin, biz Diyarbakırlıların, İstanbul ve dünya Ermenilerinin kabahati var. Mesulü biziz. Koruyamamışız.

Düşman hislerle gelmedik

1915’in üzerinden 100 yıl geçti. Bu süre insan ömrü için uzun bir zamandır, ama milletlerin ömrü için değil. Orada emniyet yok, tehlike var diyoruz. İyi de, bizim milletimiz orada ne zaman tam bir emniyet, huzur içinde yaşadı ki? Hep alttan almadı mı, hep mahkûm olmadı mı? Yaptı, yıkılmadı mı? Değişen bir şey yok. O zamanlar oradaki nüfusun %35-40’ı Ermeni’ydi. Dünyanın neresinde bu oranda nüfusu olan bir kilise böyle bir kıyıma uğrar? Sebebi ne olursa olsun...

Dediğim gibi, her şeye rağmen, o bizim atalarımıza olan minnet borcumuz. Biz bu kadar çok şey kaybetmişiz; hayatlar gitmiş, para gitmiş, mülk gitmiş... Yıkarlarsa yıksınlar. Alt tarafı beş milyon liramız daha gitsin.

Bazen oradakilerle konuşurken diyorum ki, “Bakın, biz eğer buraya düşman hislerle gelmiş olsaydık zaten bu kiliseyi restore ettirmezdik. Daha ziyade bir taşı çekerdik ki daha kötü görünsün ve bütün dünya gelsin görsün diye.” Bunun yanında başka bir şey daha diyorum, kuleyi anlatıyorum. Diyorum ki, “100 yıl sonra biz kuleyi yaptık ama siz yıktığınızı acaba kaç yüz sene içerisinde düzelteceksiniz?” Onun için, bundan sonra yapılacak tek şey, o kiliseyi mümkün olduğu kadar iyi korumaktır. 

Bu kiliseyi tüm dünyadan Ermeniler ayağa kaldırdı

Kilisenin restorasyonu oldukça bir süreçti. Projenin ortaya çıkmasıyla birlikte sayısız insan çeşitli oranlarda maddi katkı sağladı. Toplamda 5 milyon 500 bin liraya mal olan restorasyon çalışmalarının %17’si, yani 950 bin TL’lik kısmı Belediye bütçesinden karşılandı. Bu bilgiyi özellikle paylaşıyorum, çünkü bazen kiliseyi Belediye’nin restore ettirdiği şeklinde konuşulduğunu duyuyoruz. En azından bu yanlış intibayı düzeltmiş olalım. Bir ikincisi ise, kilisenin çan kulesinin aslına uygun restorasyonu konusu. Bu da yedi ila sekiz yüz bin TL’ye mal olmuştur. Ortaköy Kilisesi’nin bağışı olan 265 bin TL, bu meblağın üçte birini oluşturuyor. Sonuç itibariyle, Belediye dışında sağlanan maddi katkı, gerek yurtiçinden, gerek yurtdışından tümüyle Ermeni milletinin kendi kesesinden sağlanmıştır. Yani bu kiliseyi tüm dünyadan Ermeniler ayağa kaldırmıştır.

Kategoriler

Toplum Kilise



Yazar Hakkında