Orhan Gazi Ertekin: Postmodern bir cinayetin anatomisi

Demokrat Yargı Başkanı Orhan Gazi Ertekin: aha üniversitedeyken devletin baskılarına karşı yapılan protesto eylemlerine katılmış ve Hanefi Avcı tarafından sorgulanmıştı. Avcı’nın “Simon bir günde konuştu. Sen hâlâ konuşmuyorsun!” diyerek nasıl öfkelendiğini anlatmıştı; biraz hüzün, biraz gururla. Avcı’nın işkencede kullanmadığı yöntem kalmamış, ama Tahir’in direnci kırılamamıştı.

Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, postmodern bir cinayetle öldürüldü. Her şey olağanüstü bir olağanlık içinde cereyan ediyordu. Bu kez tarihî binaların tahrip edilmesine karşı hemen her gün yaptığı basın açıklamalarından birisini yapıyordu. Dahası, hemen yakınında konvansiyonel bir şehir savaşı, zaten son birkaç aydır devam ediyordu. O anda biraz ötesinde çıkan bir çatışma ise, ancak absürt filmlerde rastlanacak sahnelerle ilerleyerek Başkan Elçi’ye ensesinden saplanan bir kurşunla son buldu. Kameralar, sivil polislerin “tuhaf” silah kullanma biçimlerini kayda alırken, devlet yine masum olduğunun garantisini veriyordu hepimize…

Yaşananlar başından sonuna kadar tuhaf hakikaten. Ama aslında Kürt coğrafyasında yaşanan her şey tuhaftır ve bizzat Tahir Elçi’nin hayatı da bu tuhaflığın arkasındaki derin gerçekleri açığa çıkartacak ve katili ifşa edecek kadar yalındır. Uzatmadan söyleyeceğim, şu üç şey bize Tahir’i ve dahi Tahir cinayetini ve bu devleti ve devletin Tahir cinayetine tepkilerini açıklıkla anlamamıza imkân verecektir: Birinci nokta, Türkiye’de “insan”ın ve “insan hakları mücadelesi”nin kaderiyle alakalıdır. İkincisi hukuk ve yargı mücadelesinin kaderiyle ilgilidir ve üçüncü olarak, tabii ki Kürt’ün kaderine dairdir... Tahir’in hayatı ve ölümü bu üç “şey”in içinde örüldü ve biz bu örgüyü anladığımızda, “milli cinayet”imizle yüzleşebileceğiz.

Hak mücadelesi

Tahir, ilk gençlik yıllarından itibaren yükselen politik mücadelesinde, kendine mahsus bir dil ve üslup yaratmayı becerebilmiş nadir insanlardandı. Evet, bunu diyen birçok kişi haklıdır: Onda bir “Hrant kumaşı” vardı. Tıpkı Hrant gibi, devrimci geçmişinden liberal-özgürlükçü aktivizme uzanan hayatını, büyük bir tutarlılık ve tevazuyla taşıma başarısını göstermişti. Daha üniversitedeyken devletin baskılarına karşı yapılan protesto eylemlerine katılmış ve Hanefi Avcı tarafından sorgulanmıştı. Avcı’nın “Simon bir günde konuştu. Sen hâlâ konuşmuyorsun!” diyerek nasıl öfkelendiğini anlatmıştı; biraz hüzün, biraz gururla. Avcı’nın işkencede kullanmadığı yöntem kalmamış, ama Tahir’in direnci kırılamamıştı. Mezuniyet sonrası avukatlık süreci de onu yine ölümle burun buruna bir hayata mahkûm etmişti. 1990’lardan itibaren yaşanan faili meçhul cinayetlerin neredeyse tümünü takip eden nadir avukatlardandı. Defalarca tehdit aldı. Ama o işini yapmaya devam etti. Onca ölüm tehlikesi yaşadıktan, onca kan ve ateş gördükten sonra bile devleti “barış”a ve vaat ettiği “hukuk düzeni”ne riayet etmeye çağırıyor, bunda ısrar ediyor ve ısrar etmeye de devam ediyordu. Onun hayatı kadar, ölümünü de belirleyen “şey”in burada olmasına dikkat gösterelim lütfen. Çünkü, bizzat Tahir’in takip ettiği -Cemal Temizöz davası vb.- faili meçhul davalarda olduğu üzere, Türkiye Devleti, politik cinayetler konusunda bugüne kadar hiç sorumluluk hissetmediği gibi, ısrarlı bir masumiyet talep etmekten de vazgeçmeyeceğini, bir kez de Tahir cinayetinde ileri sürmekten caymıyordu. Bu durum, Türkiye Devleti’nin, geçmişte de çok iyi bildiğimiz ve yaşadığımız üzere, gerçekte bir “devlet” olmaktan vazgeçtiğinin de itirafıydı sadece. Çünkü, Türkiye’de devlet, sadece cinayetlerden değil, “hiçbir şeyden” sorumlu değildi esasında…

Hukuk ve adalet mücadelesi

Tahir, hukuk ve adalet mücadelesi açısından da çok önemli ve bizim için öğretici bir tecrübe yaşadı. Takip ettiği ve artık herkesin pek iyi bildiği davaları bir yana bırakırsak, “terörizm” meselesinde açtığı güncel tartışma, kesinlikle tarihî niteliktedir. Tahir, “PKK terör örgütü değildir, siyasi bir harekettir” derken, hem evrensel dünyanın, hem de Türkiye yargı ve hukuk tarihinin en ciddi hukuk tartışmalarından birisini yaptığının farkındaydı. 1960’lardan sonra, hukuk ve yargı, egemen devletlerin müdahaleleriyle sıradan bir “güvenlik” ve “önlem” aracına dönüşmüştü ve buna karşı köklü bir mücadele cephesi oluşturulmasına ihtiyaç duyuluyordu. Tahir, bu noktada, terör ve şiddet nezdinde, hukuk ve yargı tartışmasını “önlem”ler bağlamından “sebep”ler bağlamına taşıma çağrısıyla öne çıktı. Güvenlik önlemi almak, bizi güvende tutmuyordu; artık sebeplere bakmamız gerekiyordu.

Buna karşılık “PKK, terör örgütü değildir” beyanı, bir yandan Tahir hakkında “yakalama kararı” verilmesine uzanacak kadar bir “tehdit” olarak algılanırken, aynı anda Türkiye’deki hukuk bilgisinin ne kadar zayıf ve yüzeysel olduğunu da ortaya koyuyor ve Tahir’i derin bir cehaletle yüzleşmek zorunda bırakıyordu. Burada Tahir’in açtığı tartışmanın gerçek bağlamını anlayabilmek için, şu hususları bir kenara kaydedelim: “Terörist” kavramının 20. yy’ın başından itibaren bütün ciddi hukukçuların tartıştığını ve hukuksal bir kategori olarak zinhar reddedildiğini, en baştan hatırlatalım. 1926’dan itibaren yapılan bütün “milletlerarası ceza hukuku” kongrelerinde terör, terörizm ve terörist kavramları tartışmaya açılmış ve 1970’lere kadar hukukçular tarafından kesin biçimde reddedilmiş, bir hukuksal kurum olarak kullanılmasının tehlikelerine işaret edilmişti. Bu dönem boyunca, siyasi temelli şiddet eylemlerinin gerçek karşılığı, “siyasi suç” vasıflandırması şeklinde tezahür etmişti. İktidarlar tarafından, neredeyse yüzyıl boyunca hukukçulara kabul ettirilmeyen terör, terörist kavramları, “Münih Baskını” sonrası, 1972 Birleşmiş Milletler toplantısında bir oldubittiye getirilerek bir uluslararası metne eklenmiş, devam eden süreçteki İngiltere ve Almanya’nın çıkardığı anti-terör yasaları ise sadece ve sadece “geçici” olarak “tahammül edilmesi” gereken mevzuat olarak ortaya konmuştu. 2000’lerin başından itibaren de ciddi hukukçuların itirazlarına rağmen “kalıcı” hale getirilmişti. Fakat, ciddi hukukçuların yüz yıldır getirdikleri eleştiri hâlâ güncelliğini ve değerini koruyor. Bugün, hukuk konusunda birazcık ciddi bilgiye sahip olan hiç kimse, “terör”, “terörizm” suçu kategorisini savunamaz. Çünkü bu kavramsallaştırmanın içine, iktidarların keyfine göre herkes girer ve girmiştir. Genelkurmay başkanının, kuvvet komutanlarının ve dahası polis şeflerinin “terörist” olarak yargılandığı bir ülke olarak, bu gerçeği en iyi anlayabileceğimiz yer ise Türkiye’dir. Tahir, söyledikleriyle işte bütün bunlar üzerinde yeniden düşünmemizi ve hukuk devletleri içinde son 50 yıldır açılan bir “kara delik”in kapatılmasının önünü de açmış oldu.

Tahir’in açtığı tartışma açısından bir başka noktayı da eklersek, onun müdahalesinin ne kadar anlamlı olduğunu daha iyi anlayabiliriz: Hukuk politikası ve hukuk tarihi perspektifi, ceza hukukunun kitlesel suçlar için inşa edilmediğini, “suç” fiillerinin geniş bir istatistik seviye arz ettiği andan itibaren ceza hukukunun konusu olmaktan çıkıp sadece ve sadece “politika”nın konusu olduğu gerçeğini ortaya koyar. Bu anlamda, Tahir, sadece bir suç meselesi üzerine konuşmuyor, aynı zamanda politika ve iktidar meseleleri üzerine konuşuyordu. Tahir’in beyan ve tespitleri, hukuk ve yargı tarihinin evrensel tartışmaları idi. Fakat, 1960’lardan itibaren başlayan “hukuk darbesi”ni aynen devam ettirmeyi tercih eden devlet, bu olağanüstü karşı koyuşun demokratik potansiyelini gördüğü için, hızlı biçimde tepki vermiş ve Tahir’i hiç kimselerin savunamayacağı/savunamadığı biçimde derdest ederek gözaltına almışlardı. Tahir’in hayatını ve ölümünü anlamak için bu durum da çok öğreticidir. Tahir’in söz ve demeçlerine ışık hızında cevap veren hükümet, her nasılsa ölümünü günler sonra soruşturabilecek bir “ciddiyet”e dahil oluyordu…

Cennetten kopup cehenneme düşen çocuklar

Ve Kürt’ün kaderi! Tahir’in hayatı ve ölümünü, bir de “Kürt’ün kaderi” ile anlamaya çalışmak gerekir. Onca çatışma ve şiddetin ortasında büyük bir olağanlıkla, tarihî binalar konusunda açıklamayı nasıl yaptığını/yapabildiğini anlamamız, bu noktada daha kolay olacaktır. Ve tabii ki ateşin içinde nasıl olup da bir derviş gibi yürüdüğünü…

Buna da şöyle dahil olalım: Imany, bir şarkısında “Cennetten kopup dosdoğruca cehenneme düşen” bir ülke der Afrika için. Olağanüstü bir doğa güzelliği ile kan ve ateşin bu trajik buluşmasını her nerede görürseniz görün, hakikaten çelişik duygulara sevk olunursunuz. Bir yandan şenlik duygusuna kapılıverir, aynı anda şiddet ve acının hüznüne dalarsınız. Cennet ve cehennemi aynı anda yaşar, hayat ile ölüm arasında savrulur durursunuz… Tıpkı Afrika gibi…

Tıpkı Kürt coğrafyasında olduğu gibi! Nar ağaçları arasından Pervari’ye doğru giderken heyecan verici bir yükseklikten ta aşağılardaki çeşit çeşit renkteki çiçeklerin arasından akan Botan Çayı’na baktığınızda, mahzun bir büyülenme duygusu yaşamamanız mümkün değildir. Tatvan’ın hemen yanındaki Nemrut Dağı’nın zirvesine çıkıp bir kolunuzu Van Gölü tarafına, diğer kolunuzu dağın zirvesindeki üç ayrı krater gölüne uzattığınızda da yaşarsınız aynı çelişik duyguyu. Mahzun seversiniz. Ya da sevinciniz daima hüzne döner. Güzellik ile kan ve gözyaşını, korku ile sevinci, düğün ile cenazeyi aynı anda yaşatan bir dünyadır orası.

Böyle bir dünyanın çocukları ise bir yandan geniş savanların ve dağların rüzgârında özgürlükle yıkanıp kadim bilgelikten beslenirken, aynı anda kan ve ateşin sürgününe, göçe ve her türden cinayet karşısında kendilerini feda etmeye zorlandıkları bir hayatın derinliğinde yaşadılar. Büyük bir tevazu ve sadelik ile olağanüstü bir mücadele ısrarını, aynı anda yaşatabildiler. Tahir ise, cennetten kopup cehenneme düşen bu dervişanların en güçlü örneklerinden birisiydi. Imany, Afrika’ya “çocukların şimdi kayıp” diye sesleniyordu. Ama Kürt’ün çocukları giderek daha fazla yükseliyor.

Değiştiremeyeceğimiz tek şey Tahir gibi “kaybettiğimiz çocuklarımız”…

Imany şöyle bitiriyordu şarkısını: “Değiştiremeyeceğim şeyleri nasıl kabullenebileceğimi anlat bana. Değiştirebileceğim şeyleri nasıl kabullenebileceğimi anlat…”

Kategoriler

Güncel Dosya