‘Dış siyasette ergenlik hülyaları’

Cezayir, Bağdat, Washington’da büyükelçiliklerde çalışmış ve Irak Kürdistanı’ndaki ilk Türkiye başkonsolosu olmuş eski Erbil Başkonsolosu Aydın Selcen: "Görebildiğim, bir anlamda duvara toslanmadan bir değişiklik olmayacağı yönünde. Ama o toslanacak duvar, nasıl bir duvardır, bunu düşünmek lazım. Çünkü Suriye konusu, Türkiye’yi tam anlamıyla daha sarsmadı maalesef."

Esad yönetimiyle, Suriyeli Kürtlerle, Türkiyeli Kürtlerle, İran’la, Rusya’yla, Amerika’yla, Ermenistan’la ve hatta Ürdün’le Ankara’nın ağır sorunlar yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. “Komşularla sıfır sorundan komşularla sırf soruna” geldik. Özellikle Ortadoğu’da büyük bir çıkmaz var. Cezayir, Bağdat, Washington’da büyükelçiliklerde çalışmış ve Irak Kürdistanı’ndaki ilk Türkiye başkonsolosu olmuş eski Erbil Başkonsolosu Aydın Selcen, 20 yıllık dışişleri kariyerinden sonra istifa etmek zorunda kaldı. Oysa gönüllü olarak yaptığı Erbil Başkonsolosluğu döneminde Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’yi 29 Ekim resepsiyonunda ağırlamış, orada Kürdistan marşını da çaldırmış, bayrağını astırmış, dönemin başbakanı Erdoğan Erbil’e gittiğinde Erbil sokaklarının Türk bayraklarıyla donanmasını sağlayarak önemli bir diplomatik kariyere imza atmıştı. Aydın Selcen’le Türkiye’nin günümüzdeki dış politikasını konuştuk.   

2003-2013 arasında Irak Kürdistanı’nda radikal değişim yaşandı. Kürtlerle Türklerin beraber hareket etme durumu vardı. Siz o dönemde Erbil Başkonsolosu’ydunuz. 2003-2006 arası da Bağdat Büyükelçiliği’nin ikinci adamıydınız. O yakınlaşmanın faktörleri neydi?

Birçok yabancı meslektaşım hep şunu sordu: Acaba gizli bir mutabakat mı var? Böyle bir gizli mutabakat yoktu; göreve başlarken, benim de kendime koyduğun hedefler vardı. Tabii ki arkamızda bir siyasi irade olmasaydı, bunlar mümkün olmazdı. Ama ben uygulamada üslup bakımından katkı yapmış olabilirim. Kendimize somut hedefler koyduk.

Bir stratejik hedef var mıydı?

O zaman ‘sıfır sorun’, komşularla iyi ilişkiler stratejisi kapsamında Türkiye dışındaki Kürtlerle yakınlaşma, bir stratejik hedef olarak görüldü. Fakat burada bir ölçüde bugüne kadar aksayan bir taraf vardı. Türk Silahlı Kuvvetleri bu açılıma ne kadar angaje edilebildi? Irak özelinde, bana göre bu yön eksikti. Son olarak Mesut Barzani Ankara’ya geldiğinde Özel Kuvvetler’i ziyaret etti. Bu tarihi bir olaydı. Yine tarihi ölçekte, ‘Irak Kürdistan Bölgesi’ teriminin kullanılması, Kürdistan bölgesi bayraklarının da yer alması önemliydi. Ama devlet içinde uyum bozukluğunu gösteren şeyler de var. En son Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın Kerkük boru hattındaki aksamayla ilgili yaptığı açıklamada Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi tabiri kullanıldı. Şimdi bir yandan Barzani’yi Ankara’ya getirip doğru bir uygulama yaparken, öte yandan da konuyla siyasi açıdan doğrudan ilgili olmayan teknik bir bakanlığın eski terime geri dönmesi tuhaflık. Mesela IŞİD müdahalesi olduktan sonra hemen Erbil’e gitmiştim ve orada Türkiye’ye yönelik bir eleştiri vardı: “İran bizim yardımımıza hemen koştu askeri olarak, ama Ankara gereken refleksi gösteremedi” diye. “Hayal kırıklığına uğradık” deniliyordu. Öte yandan şu bir gerçek ki, bugün Erbil yönetimi ayakta durabiliyorsa, çünkü şu anda ciddi bir ekonomik kriz yaşanıyor, Kerkük boru hattından akan petrol sayesinde ayakta duruyor. Bu petrolün akışını Ankara hiçbir zaman kesmedi. Burada yine Türkiye’nin “gün bugündür” deyip Erbil’e daha çok yardım yapması lazım.

Sizce Ankara neden hemen müdahale etmedi?

Kasıt aramıyorum da, Ankara’daki dağınıklığa bağlıyorum. Sanıyorum o dönemde, IŞİD Musul’u aldığında Ankara’nın IŞİD’i Türkiye açısından ulusal bir tehdit olarak değerlendirmemesi çok gerçekçi değildi, bu bir. İkincisi, Erbil’e yönelik IŞİD saldırısının vehametini tam algılayamadı. Algıladıktan sonra da iş işten geçmiş oldu, psikolojik anlamda. Ama İran ile Türkiye arasında bir fark vardır: İran hep bölgede güneş battıktan sonra güçlü olan bir ülke, Türkiye ise güneş doğduktan sonra güçlü olan bir ülke.

"Sünni birlik fikri gerçekleri yansıtmıyor. Ben 2003’te Bağdat’ta göreve başladıktan bir ay sonra büyükelçiliğimize intihar saldırısı yapıldı. El Kaide tipi bir saldırıydı. Biz Sünni Arap
mahallesindeydik, cephemiz yıkılmış, ölümden dönmüşüz, mahalle halkı saldırıdan sonra sevinç gösterileri yaptı."

Türkiye’nin Sünnilik üzerinden Ortadoğu’nun büyük abisi olma hayali ya da Davutoğlu’nun neo-Osmanlıcı politikasına bakarak, şöyle bir değerlendirme yapmanızı istesem:  Gerçekten bulunduğunuz bölgelerde öyle bir Sünni birlik var mıydı?

Ortadoğu’yu en iyi bilenlerden eski müsteşarlarımızdan Uğur Ziyal’ın bir değerlendirmesi vardır. Birincisi Türkiye Ortadoğu’dadır ama Ortadoğulu bir ülke değildir. İkincisi, Türkiye Arap ülkeleri ile iyi ilişkiler kurar ama Araplar arası konuların hiçbirine taraf olmaz. Bunlar ilkesel temeller. Bunlarla oynamamak gerekir ama maalesef bunlarla oynandı. Ve Suriye bunun en kötü örneği. Irak da bir bakıma öyle. Tabii bu, Arap ülkelerinin içişlerine karışmamayı da gerektirir. Bundan sonra kendi yorumumu yapabilirim. Osmanlı İmparatorluğu gibi bir bagajı olan bir ülkede ne bakarsanız onu görebilirsiniz. Bu Sünni birlik fikri gerçekleri yansıtmıyor. Ben 2003’te Bağdat’ta göreve başladıktan bir ay sonra büyükelçiliğimize intihar saldırısı yapıldı. El Kaide tipi bir saldırıydı. Biz Sünni Arap mahallesindeydik, cephemiz yıkılmış, ölümden dönmüşüz, mahalle halkı sevinç gösterileri yaptı saldırıdan sonra. Bu bir saptama. Ayrıca 1. Dünya Savaşı’nda Irak’taki çatışmalara bakılırsa, Şii Arapların Osmanlı tarafında İngilizlere karşı mücadele ettiği, hatta Türkmenler arasındaki milliyetçi hareketin Şii Türkmenler üzerinden başladığı da görülür. Yani tarihsel açıdan bakılırsa, farklı gerçeklikler görülebilir. Önemli olan şu soru: Bu bilgi kırıntıları bu yorumlar sizin dış siyasetinizi ne denli etkilemeli?

Ne denli etkilemeli?

Bana göre etkilememeli. Çünkü bu ülke Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türkiye komşusu olan farklı Arap ülkeleriyle birer ülke olarak ilişki kurmalıdır. “Suriye, Bulgaristan’a göre biraz daha az devlettir, ben ona göre ilişki kurarım” deme hakkına sahip değilsiniz. Bu ölümcül hatadır.

Yani yanlış siyaset mi güdüldü diyorsunuz?

Türkiye’nin son dönemdeki Suriye ve Irak siyasetini yanlış buluyorum.

Nedir yanlışlık? Çünkü siz Davutoğlu’yla çok yakın çalıştınız.

2003’teki ABD askeri müdahalesinden sonra tartışmalar yaşandı. ‘Liberal dış politika’ ya da buna değerlere dayalı dış politika denilebilir veya  ‘gerçekçi’ dış politika mı yapılacak. Bunun dışında sizin bir dil coğrafyanız olur, bunu geliştirebilirsiniz. Bir başka boyutu ekonomik, karşılıklı enerji bağımlığı üzerinden ticaret yapabilirsiniz. Bugün artık uygulanması mümkün olmayan vize serbestliği sayesinde İstanbul bir cazibe merkezi olarak sunulabilir. Bunlar üstünlükleriniz olur. Öte yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun bir bagaj olabileceğini de görmeniz lazım. Araplar arasında Osmanlı hayırla yad ediliyor ya da “ah o günler ne güzeldi, yine o günlere dönelim” diye bir şey görmedim Ortadoğu’da. Bunu dayatmaya çalışmanın da gereği yok. Abilik konusu da önemli. Kim olursa olsun, yakın bildiğim örnek Irak Kürdistanı, eti budu belli denebilir ama onunla bir abi kardeş ilişkisi kuramazsınız. Diplomasinin temeli, eşitler arasındaki ilişkidir. Siz ‘Ben senin abinim, sen benim kolumun altına gir’ derseniz, o bir reaksiyon doğurur ve amaç hasıl olmaz. Bu işin ABC’si, bunu başka bir çerçeveye oturtmanın hiçbir anlamı yok.

Şu an Suriye, Irak, İran, Rusya, Bulgaristan, Ürdün, Ermenistan ve hatta ABD ile ciddi sorunlar yaşıyoruz. Bunu dış politika bağlamında nasıl yorumlarsınız?

‘Varoluşsal sınama’: Zira bu Suriye ve Irak’taki gelişmeler, Ankara tarafından iyi ‘yönetilemediği’ takdirde bildiğimiz anlamda cumhuriyetimizin sonunu hazırlayabilir. Dolayısıyla bu iki ‘dosya’ alışılageldik biçimde bürokraside belirli kişilere bırakılamayacak öneme haizdir. Suriye ve Irak çatışmaları iç içe geçmiş durumda ve her ikisi doğrudan ülkemizin içine de etki ediyor. Ülkemizin dış siyaseti TBMM denetimine açılmadığı, dış siyasete ideolojik saplantılar, ergenlik hülyaları ve hurafemsi tarih okumaları yerine akıl ve ulusal çıkarlar egemen olamadığı sürece de korkarım bu sınamalardan başımız dik çıkmamız oldukça güç, hatta olanaksız. Aklın yolu bize, öncelikle ülkemizin imkan ve kabiliyetlerini doğru analiz etmeyi, dış politika öncelikleri listemizi sadeleştirmemizi ve ulusal güvenlik tehditlerinin başına yanı başımızdaki cihatçı tehlikeyi yazmamızı dayatıyor. Deyim yerindeyse, yola sağ adımla başlamak ise ancak benim de Bağdat’taki amirim olan emekli büyükelçi Ünal Çeviköz’ün özgün ifadesiyle “Kürt akraba topluluklarla” sağlıklı, gerçekçi, içten ve yapıcı ilişkiler kurmaktan geçiyor.

Taraf olmamak dediniz, neden taraf oldu Türkiye sizce?

Bence dengeyi Arap Baharı bozdu. ‘Libya’da NATO’nun ne işi var’dan “Kaddafi devriliyor biz de bu trene atlayalım’a geldik. Aynı süratle Mübarek gidiyor, yerine Müslüman Kardeşler gelecek, Müslüman Kardeşlerle bizim AKP olarak yakın ilişkilerimiz var, ülkemizin çıkarına olur, Mursi başta olacak, Mısır’la ilişkiler kurup oradan bölgeye bir etki projeksiyonu yapacağız ve Suriye’de Esad gidecek, orada da Müslüman Kardeşler başa gelecek, İran’ın Bağdat’taki Şii hakimiyetini Sünni Araplarla ve Müslüman Kardeşlerle dengeleyeceğiz ve ardından yakın çevresine hakim bir güç ve diplomatik etki projeksiyonu yapabilen ve ekonomik zenginlik devşiren bir ülke olarak çok parlak bir yakın geleceğe doğru yol alacağız hesaplaması yapıldı. Ama bir Amerikan sözü vardır, ‘varsayımlar bütün hataların başlangıcıdır’ diye. Siz dış politikada ben böyle düşünüyorum öyleyse doğrudur derseniz, verileri önünüze koyup bakmazsanız, kendi teşkilatınızdan büyükelçiliklerinizden gelen bilgilere değil, ikincil kanallardan gelen bilgilere güvenirseniz, bunun arkasına bir de ideolojik saplantı oturtursanız, durum böyle vahim bir noktaya gelir.

Nedir o ideolojik saplantı?

Adını koymak güç ama bir ümmetçi yaklaşım denebilir. Osmanlı’ya yönelik yanlış bir değerlendirme, Ortadoğu’daki Sünni nüfusun açık kollarla Türkiye’yi beklediği gibi yanlış bir yaklaşım. Arap ülkeleri arasında çekişmesinin olduğunu yadsıyarak, bunları birer ülke değil de büyük bir Arap-Sünni coğrafya olarak görmeye meylederseniz, hatalı bir siyaset çıkması kaçınılmaz. Ve artık görüyoruz ki, bu gidilen yol yanlış. Dönülmesi lazım.

“Kürt akraba topluluklara” bakalım. Mesela PYD’ye durmadan terörist derseniz, bu akrabalık nasıl olacak?

Kürt akraba topluluklar, Türkiye sınırı dışında yaşayan Kürtler diyelim, bunların kendilerini ifade ettikleri, mecburen ya da isteyerek katıldıkları silahlı oluşumlar var, çeşitli siyasi teşkilatlar var. Örneğin kuzey Suriye’de baskın siyasi teşkilatın bir yönüyle de PKK’yla ilintili olan PYD olduğu ve bunun silahlı kolunun YPG olduğu aşikâr. Bunu değiştirmeye çalışmak Türkiye’nin önceliği değildir, mevcut olanla ilişki kurmak önemlidir. Öte yandan bu kantonlar birleşecek diye bir ulusal tehdit algılamanın da bir anlamı yok, çünkü buradan Türkiye’ye yönelmiş bir tehdit yok.

Bir türlü cevaplanamayan soru: Niye bu kadar istenmiyor peki?

Bana göre, ideolojik olarak PKK’nın şeytanlaştırılması, Kobani’de ‘Kızlı erkekli çarpışıyorlar’dan tutun ‘Bunlar Müslüman değil, Zerdüşt, Marksist bir yapıdır’ gibi saplantılarla yaklaşıldığını düşünüyorum. Ayrıca gerek Türkiye’deki gerek Suriye’de Kürtlerin bu yapılara zoraki destek verdiği, aslında bu silahlı dayatma olmasa, hemen bundan yüz çevirecekleri varsayımından hareket edilmesi. Bu varsayımların yanlış olduğunu düşünüyorum. Şu anda Suriye’de bir ateşkes var, bunu bir fırsat olarak değerlendirip Türkiye’nin sınırındaki Kürt oluşumunu belayı sizden uzak tutacak, kendiliğinden oluşmuş bir tampon olarak görüp burayı desteklemeniz gerekir. Ankara demek ki bu sonuca varamıyor, varmıyor.

Türkiye Suriye’deki ateşkesin sürekli olamayacağını daha baştan söyledi. Ayrıca hâlâ Kerkük ve Musul üzerinden tarihsel bağlardan bahsediliyor.

Bazı şeyler yapılsa bile, söylenme biçimlerini yanlış buluyorum. Davutoğlu son olarak El Cezire’ye “Bugün Esad ülkenin tamamına hakim değilse, bu Türkiye sayesindedir” demesi bana göre doğru değil. Ya da “Biz Başika’ya Musul’u kurtarmaya girmiştik” gibi açıklamalar bana göre Türk dış siyasetine zarar veriyor. Hem diplomatik açıdan bir kazanç da getirmez. Ankara’da her şeyin konuşulması lazım elbette ama bunları davullu zurnalı ilan edip, adeta kaybettiğimiz toprakları istiyoruz gibi arzularımız var hayallerimiz var ve oranın yerel halkının da buna sahip çıkacağına inanıyoruz gibi şeyleri ilan etmek, Türkiye’ye zarar getirdi. Daha gerçekçi, mütevazı ve ayakları yere basan bir dış politikaya dönmek gerek. Ama buna ilişkin hiçbir işaret görmüyorum. Bence Türkiye dış politikasında yapısal taşınamaz çelişkiler var. Ve bu sürdürülemez.

Ne olacak o zaman?

Benim şu anda görebildiğim, bir anlamda duvara toslanmadan bir değişiklik olmayacağı yönünde. Ama o toslanacak duvar nasıl bir duvardır bunu düşünmek lazım. Suriye konusu, Türkiye’yi tam anlamyla daha sarsmadı maalesef. Çünkü ateşkesten sonra IŞİD ya da El Nusra gibi silahlı örgütler üzerinde baskı artabilir ve bu baskı, bu grupları en yakın komşu olan Türkiye’nin içine itebilir. Bu silahlı unsurların baskılanması, Türkiye’yi çok daha fazla cepheden çarpacak ve bunun yönetimi de daha zor olacak. Maalesef ne yaparsanız yapın, son Ankara’da olduğu gibi, Sultanahmet’te, Suruç’ta, Reyhanlı’da, Ankara’daki patlamaların tekrar olmayacağına dair işaretler yok.

AKP döneminde güdülen Ortadoğu politikasında geldiğimiz noktayı nasıl tarif edersiniz?

Etkisiz. Çünkü amaç Ortadoğu’da etkinin artmasıydı, böyle bir etki yok. Etkili olacağın diye yola çıkıp tamamen etkisi sıfırla çarpılmış bir ülke oldu. ABD ile ilişkimiz. stratejik ortaklıktan operasyonel ortaklığa geldi. Niyet neydi, akıbet ne oldu! Zoraki idare edilmeye çalışılıyor. Türkiye’nin elinde kalan kala emlak kaldı. Yani konumu itibariyle Türkiye vazgeçilemeyecek önemde. Yani ben şampiyonlar liginin parçasıyım derken, zoraki ittifak yapılan bir Ortadoğu ülkesine indirgendik.

Kategoriler

Güncel Türkiye Dünya



Yazar Hakkında