Agos'un arşivinden: Üç kuşak Kelebek Korse

Agos arşivinde bugün 'Kelebek Korse' var. İstiklal Caddesi'nin en eski mağazası, 'Borçlar Kanunu' yüzünden kiracısı olduğu mekanı yarın terk ediyor. 2012'de Rita Ender'in başladığı ve sonrasında bir kitaba dönüşen 'Meslekler Mekanlar' yazı dizisinin ilk konuğu Kelebek Korse'ydi. Biz de dükkan sahibi İlya Avramoğlu'yla yapılmış olan bu söyleşiyi tekrar yayımlıyoruz.

Üç kuşak kadın kelebek Korse'yle inceldi 

‘Meslekler Mekânlar’ yazı dizisi başlıyor. Bu hafta İlya Avramoğlu, Beyoğlu’nun, Kelebek Korse Mağazası’nın ve ‘korseci’ olmanın inceliklerini anlattı. İstiklal Caddesi’ndeki dükkân, Avramoğlu’na dedesinden kalmış; dededen babaya, babadan oğula intikal etmiş.

İnsanlar ölür, mekânlar yaşar. İnsanlar unutur, mekânlar hatırlatır. İnsanlar değişir, mekânlar değiştirilir. Ama eğer insanlar mekânların hafızasına saygı duyarsa, işte o zaman her şey canlı kalır. Türkiye’nin hafızası, tüm değişime rağmen sanki en çok Beyoğlu’nda canlı durur, İstiklal Caddesi’nde tazelenir. Bütün hesaplar burada görülür, tüm hak mücadeleleri için buraya gelinir. Öğrenciler de, eşcinseller de, işçiler de, feministler de, milliyetçiler de, polisler de burada bağırır. Yol üstündeki tüm dükkânlar ve sahipleri eyleme katılabilir, ama ‘eylem’de mağdur da edilebilir. Tıpkı, 75 yıldır 433 numarada faaliyet gösteren Kelebek Korse Mağazası’nın başına geldiği gibi.

İstiklal Caddesi’nin 433. numarası, bugünkü sahibi İlya Avramoğlu’na büyükbabasından kalmış; büyükbabadan babaya, babadan oğula intikal etmiş. Fakat mekân üçünde farklı hatıralar bırakmış, çünkü tarihçi Marc Bloch’un söylediği gibi, “İnsanlar babalarından çok zamanlarının çocuklarıdır.”

İlya Avramoğlu, Beyoğlu’nun, Kelebek Korse Mağazası’nın ve ‘korseci’ olmanın inceliklerini anlattı, biz de ona kulak verdik.


•          Bu dükkânın adı neden ‘Kelebek’ Korse?

Hanımlar niçin korse kullanır? Daha zayıf gözüksünler diye. Korse giydikleri zaman kendilerini kelebek kadar hafif hissederler. Büyükbabam işte bunun için koymuş bu ismi.

•          Kelebek korsenin büyükbabadan toruna uzanan hikâyesi ne?

Buranın kuruluşu 1936. Evveliyatı da var; 1920’li yıllarda Terkos Pasajı’nda korse malzemesi dükkânımız varmış. Rahmetli büyükbabam ve erkek kardeşi beraber açmış orayı. 1930’larda Türkiye’de neredeyse tek bir fabrika yokmuş. Tekstil üretimi pek yokmuş, korse üreten de yokmuş. İstiklal Caddesi’nde dükkânlar varmış. Kendi makineleriyle ürettikleri malı satıyorlarmış. Tabii, mal üretmek için malzeme lazım; bel lastiği, kumaş, korse lastiği, jartiyer… O zamanlar korse lastikleri yurtdışından geliyormuş. Büyükbabam bu tip malzemeleri satıyormuş. 10 yıl kadar orada çalışmışlar. Sonra o dükkân boşalmış; 1936’da büyükbabam, büyükbabamın erkek kardeşi ve babam burada korse satışına başlamışlar. 14 yaşındaymış babam o zaman.

•          Caddeye çıkınca üretim yapmaya da mı başlamışlar?

Evet. Atölyeydi burası. Dört makine, beş-altı işçi çalışıyordu. Ismarlama korse ve sütyen dikiyorduk; külot şeklinde korse, paçalı korse, skandal korse dediğimiz bel korseleri, sütyenler, mideli sütyenler... O zaman sütyenlerin %90’ı poplin kumaştan üretilirdi. Elastikiyet pek yoktu. 1950’lerde Türkiye’de yavaş yavaş çamaşır üreten fabrikalar kurulmaya başladı. Bugünkü meşhur büyük firmalar o dönemde küçük atölyeler olarak işe başladılar ve sonra çok büyüdüler. Yani ufak ufak fabrikasyona geçildi, yavaş yavaş dükkânlarda üretim azalmaya başladı. Toptan mal almaya ve o ürünleri satmaya başladılar. Biz yaklaşık 1980 yılına kadar üretim yapmaya devam ettik. Sonra iyi işçi bulmakta zorluk çekmeye başladık ve üretimi tamamen kapattık. Sadece babamla ikimiz kaldık dükkânda. Anlaşmalı olduğumuz, babamın iyi tanıdığı bir iki firma vardı, onlar bizim ürettiğimiz malları üretmeye devam ettiler. Halen de ediyorlar. Bazı modeller Türkiye’de sadece bizde var.

•          Üretimi durdurmak, neredeyse meslek değiştirmek gibi bir karar olmalı. Zor olmadı mı böyle bir karar almak?

Mecburiyetten... Bu dükkân kurulduğu zaman çok iyi işçiler vardı. Eğitimli, kültürlü kişilerdi, genelde ekalliyetlerdendi; Rum, Ermeni... Türk işçilerimiz de vardı. Onlar da kabiliyetli ve eğitimli insanlardı. Fakat ondan sonra İstanbul muazzam göç almaya başladı, nüfus anormal şekilde arttı. İyi işçi bulmakta büyük sıkıntı çekmeye başladık. 1981’de burada bir işçi kız çalışıyordu, uyuşturucu kullanıyormuş. Bir gün biri geldi, kızı saçından sürükleye sürükleye götürdü. Elinde silahı vardı, babam bir şey yapamadı. Ondan sonra, “Ben artık işçi mişçi çalıştırmam, mümkün değil” dedi, atölyeyi tamamen kapattık. İşçiler olduğu zaman hem üretim, hem de tadilat yapabiliyorduk. Tadilat için sütyen, korse gelirdi ve bundan ciddi para kazanırdık. Öyle olunca, ciddi bir maddi güç eksildi. Sonra İstanbul’un şartları değişti. Bu dükkân kurulduğu zaman İstanbul’un yegâne alışveriş merkezi Beyoğlu’ydu. Herkes alışverişe buraya gelirdi ama yıllar geçtikçe İstanbul çok büyüdü, alışveriş merkezleri açıldı.

Bir de, burası trafiğe kapandı. Biz, aşırı şişman veya ortopedik problemleri olan insanlara da mal satıyoruz. Onlar arabayla gelirlerdi, bu imkân da ortadan kalktı. Bu şekilde de bir iş kaybına uğradık. Şimdi çok zor şartlarda ayakta durmaya çalışıyoruz. İstiklal Caddesi’nde kira bedelleri inanılmaz yükseldi. Biz kilisenin kiracısıyız, kilise bizi iyi kötü idare etti ama şimdi bazı sıkıntılar yaşanıyor. Ne kadar ayakta duracağız, Allah’tan başka kimse bilmiyor.

•          Dükkânda hiçbir şey değiştirmeden devam ediyorsunuz...

Evet, bu dekor 1900’lerin başlarından beri böyle. Zaten böyleymiş, biz de dekoru aynen muhafaza ettik. Ben burayı bu haliyle çok seviyorum. Sırf dükkânı görmek için gelenler oluyor. Burada kapının önünde birkaç saat durun, bakın kaç kişi fotoğrafını çekiyor. Neticede tarihi eser gibi bir yer. Ellemeyi, yıkmayı filan hiç düşünmüyorum. Edebilirsek, aynen devam edeceğiz.

•          Dördüncü kuşak da baba mesleğini sürdürecek mi?

Benim oğlum bilgisayar mühendisi olmaya çalışıyor. Kızım daha çok küçük, ilkokulda. İlerisini bilemiyorum ama bugün ben tek başımayım. Babam çok yaşlandı, 90 yaşında, artık gelmiyor.

•          İnternet sitenizi siz mi hazırladınız?

Hayır, yeğenim Reha kurdu. Geliştirmeyi, oradan satış yapmayı da düşünüyor. Yeğenlerim ve oğlum “Artık herkes internetten satıyor, sen niye satmıyorsun?” diyorlardı. Başta biraz direndim ama sonra “Tamam, kurun siteyi, bir göreyim” dedim. Daha çok yeni, çok küçük bir site: www.kelebekkorsemagazasi.com. Ben pek anlamıyorum o işlerden. Ama şimdi yasal bir mecburiyet de var, her işletmenin internet sitesi olması lazım.

•          Burada yaşadıklarınızdan, sizde en çok yer eden anı hangisidir?

Babamın ve benim yaşadığım ortak bir anı var. Ben lisede okurken çok sert bir felsefe öğretmenim vardı. Astığı astık, kestiği kestik, karşısında laf söylenmez... Ben Galatasaraylıyım, felsefe dersinin olduğu gün de Galatasaray-Beşiktaş maçı vardı. Maç saat 2’deydi, ders 11’de. Ben maça gideceğim. Dersin ortasında kalktım, “Hocam” dedim, “Ben gidiyorum, allahaısmarladık.” “Nereye gidiyorsun?” dedi, “İşim var, benim gitmem lazım” dedim ve fırlayıp çıktım. Bir arkadaşım da benimle beraber geldi. Maça gittik, Beşiktaş’ı 3-1 yendik. Ertesi gün okula gittik. Çağırdı bizi, “Dün nereye gittiniz?” diye sordu. “Maçtaydık” dedik. “Babanla görüşmek istiyorum” dedi bana. Ne sinirli bir kadın ama, biliyor musun! “Babam sizinle görüşmek istemiyor” dedim ve ciddi bir şamar yedim suratıma. Akşam beni şikâyet etmek için dükkâna geldi. Babam kendisinden özür diledi. Sonra, kadın burada çamaşır prova etti, prova ederken de tansiyonu düştü, bayıldı. Babam telaşlandı, ambulans çağırdı. Bayılan birinin suratına tokat atarsın ya, kendine gelsin diye, babam bir de tokat attı. Babam sert bir adamdı. Halbuki beni görse tokatlayacak, ne demek okuldan çık, maça git! Neyse, ambulans geldi, ayılttılar kadını. Babam akşam evde kulağımı çekti, fazla da bir şey demedi. En büyük anılardan biri bu, çünkü hem dükkân, hem okul, hem maç, hem ben varım. Anonim bir anıdır bu.

‘DEŞMENİN KİMSEYE FAYDASI YOK’

•          Nasıl bir şey Beyoğlu’nda esnaf olmak?

Ben çok seviyorum bu mesleği. Devamlı iletişim halindesiniz. İnsanlar geliyor, gidiyor. Eğlenceli bir yer burası; devamlı yenilikler var, hareket var. Sıkılma ihtimali yok.

•          Her şey hep Beyoğlu’nda başlıyor, Beyoğlu’ndan geçiyor...

Evet, yürüyüş olmadığı zaman “Bugün ne kadar sakin” diyorum. Her gün olumlu, olumsuz yürüyüşler yapılıyor. Bazen sıkıntı oluyor, bazen olmuyor. Siyasi yürüyüşler de oluyor. 12 Eylül’den önce ne çatışmalar yaşandı burada... İngiliz Konsolosluğu’nun bombalandığı gün korkunç bir patlama oldu. Hemen dışarı çıkıp baktım. Zaten beş gün öncesinde sinagogda patlama olmuştu, kardeşim ölümden döndü. Kapıda ölenler de oldu, Allah rahmet eylesin. Toz bulutu gördüm ve bir koku aldım, gübre kokusu. “Baba” dedim, “İngiliz Konsolosluğu gitti.” Orada bir sürü tanıdığımız var. Levent Büfe vardı. Eskiden Rumlara aitti, sonra onların yanında çalışanlar aldı. Ordövr tabağı, sucuklu yumurta, sosisli çok güzel şeyler yaparlardı. Dedim, “Herhalde öldüler.” Karşısında dönerciler vardı, dişçimiz de oradaydı. Neyse ki hiçbirine bir şey olmamış, ölmemişler. Ben en çok provokasyondan korkarım, çünkü bir provokasyon oldu mu kıyamet kopar.

•          6-7 Eylül 1955’te koptu da...

Ben daha doğmamıştım o zaman, 1961 doğumluyum. Babam buradaydı. Ciddi zarar gördük. Dükkânın duvarları balyozla kırılmış. O kırık parçalar hâlâ duruyor. Beyoğlu ve Şişli bölgesinde Rumların evlerine girmişler. Çok büyük sıkıntılar, eziyetler yaşanmış ama bir-iki kişi dışında can kaybı olmamış. ‘Ehven-i şer’ diye bir laf vardır ya... Çok insan mahvoldu. Artık konuşmanın manası yok. Burada 6-7 Eylül ile ilgili film çekmek istediler, izin vermedim. O konuya girmek istemiyorum, çünkü çok üzücü bir hikâye. Çok insan büyük sıkıntılar, kahır dolu günler yaşadı. Bana o konuyu hep babam ve rahmetli babaannem anlatırdı. Bir de, politik olarak bu konulara fazla girdiğiniz zaman pek iyi olmuyor. Deşmenin bir faydası yok, kimseye. İyi günlerimiz de oldu, kötü günlerimiz de. Biz burada yaşadık. Silahlı çatışmalar gördük, evet, ama güzel törenler, resmigeçitler de gördük. Oturduğumuz semt de burasıydı, Meşrutiyet Caddesi’nde otururduk. Benim çocukluğumda 3 milyondu İstanbul’un nüfusu. “3 milyon” dendi mi, “Uuu, amma kalabalık!” derlerdi. Şimdi 20 milyona dayandı.

•          Müşteri ilişkileri açısından, 20 milyonluk şehir ile yıllar öncesinin şehri arasında nasıl farklar var?

Dağlar kadar fark var. 30’lu, 40’lı yılların hanımlarının mentalitesiyle bugünkü hanımların mentalitesi çok farklı. Giyim kuşam da çok farklı. Mesela o dönemde ipli korseler vardı, şimdi yok. Korselerin bir kısım lastik, bir kısım kumaştan yapılırdı. Lastik pek yoktu. Yılbaşından veya bayramlardan birkaç ay önce siparişler gelirdi ki o tarihlere yetiştirebilelim. Kadın-erkek ilişkileri de daha muhafazakârdı, şimdi daha kolay oldu. Evli ya da nişanlı olmayan insanları kol kola göremezdiniz.

•          Sizin mesleğiniz biraz cinsellikle de ilgili, değil mi?

Tabii. Bayan-erkek iç çamaşırı sattığımız için cinselliğe de hitap eden bir meslek bu. Bunu, burada bayan tezgâhtar olmadığı için fark ediyoruz. Bilhassa Arap müşterilerimiz oluyor, kapıda beni görünce çekip gidiyorlar. Çok alışkınım, bir sıkıntı yaşamıyorum.

Kategoriler

Güncel Dosya

Etiketler

Kelebek Korse


Yazar Hakkında