Çaylar, karıncalar ve manolyalar

BİLGEHAN UÇAK 

Bütün dertleri, sıkıntıları bir kenara atıp sokağa çıktım.

“Kazak Abdal nutkeyledi,

Cümle halkı ta’neyledi

Sorarlarsa kim söyledi,

Soranın da anasını…”

Adaları sapsarı mimozalar basmış, bizim Kadıköy’ün ağaçları ise pembenin en havai tonuna bürünmüş.

Biliyorum bir kitap eleştirisi böyle başlamaz ama bu yazıyı başka türlü yazamayacağım.

Denizden hafif bir rüzgâr esiyor.

Ben yürüyorum.

Elimde, Ahmet Altan’ın son kitabı ‘Yabani Manolyalar’, oturup üstüne birşeyler yazacağım.

Ahmet Bey’i en son gördüğümde “Nerede kaldı lan bizim çaylar?” demişti.

Ben bu kitabı okumaya başladığımdan beri aklımda hep aynı cümle, girdaba tutulmuş bir gemi gibi döndükçe dönüyor.

‘Yabani Manolyalar’, bir deneme kitabı.

Malum, deneme türü ‘Ahmet Altan edebiyatında’ çok önemli bir yer tutar.

Ahmet Altan, uzun süren suskunluğuna iki romanla son vermişti; ‘Son Oyun’, 2013’te, ‘Ölmek Kolaydır Sevmekten’ ise 2015’te yayımlanmıştı.

Araya, ‘Bir Hayat Bir Hayata Değer’ adlı bir de deneme kitabı girmişti.

‘Yabani Manolyalar’ ise denemeler derlemesinin son ürünü.

Hiçbiri yeni değil bu denemelerin, birçoğu Hürriyet’in Pazar ekinde yayımlanmış.

Ben hepsini okumuştum.

Ama bu denemeleri birarada okumak, bir süredir görülmeyen bir arkadaşla ansızın karşılaşmışçasına bir mutluluk veriyor insana.

Denemelerden birini bitirip ötekine başlıyor, her seferinde bir süreliğine durup “hazzın başında” bekliyordum.

Kulağımda ise hep aynı cümle:

“Nerede kaldı lan bizim çaylar?”

Beyaz gömlek, kollar sıvanmış.

‘Tuhaf bakışlı adam’, her zamanki hergele üslubuyla anlattıkça anlatıyor, çaylar gelmiyor bir türlü, sabahın körü, meret ne zaman sorsam ‘demleniyor’, bekliyorum, bekliyoruz, lanet şey demlenmek bilmiyor ve Ahmet Altan gülerek yineliyor:

“Nerede kaldı lan bizim çaylar?”

Kitaba adını veren deneme şöyle başlar:

“Yol kenarlarındaki bakımsız çimlerin arasından papatyalar minicik sarı göbekleriyle başlarını çıkarmışlardı. Manolya kokusu gibi belli belirsiz bir neşe hissediliyordu güneşli sokaklarda. Göztepe’nin arka bahçelerine sürgüne gönderilmiş portakal ağaçlarının tombul meyveleri iyice büyümüştü. Hayat güzel bir şeye benziyordu.”

Durdum, kitabı kapadım, biraz düşündüm.

Bir ilkbahar sabahı yazmış bu yazıyı.

Tıpkı şu an benim yaptığım gibi.

“Hayat güzel bir şeye benziyordu” demiş.

Acaba şimdi ne düşünüyor, bilmiyorum, ama hayat güzel bir şeye benzemiyor, bunu çok iyi biliyorum.

“Eve gelince bütün pencereleri açtım. Işıklar içinde bir ılıklık doldu salona. Karıncaları gördüm. Parkelerin arasından çıkıp tek sıra halinde lilyumların durduğu büyük vazoya gidiyorlardı, içi su dolu büyük cam vazoya tırmanıp çiçeklere ulaşıyorlar sonra geri dönüyorlardı. Bahar gelmiş diye düşündüm. Karıncalar mevsimleri benden iyi bilirler, kış boyu saklandıkları yerlerden çıktıklarına göre mevsim değişmişti.”

Son deneme, kapkara bir günün, ruhumun, üstünden panzer geçmiş bir konserve gibi ezildiği, boğazımın en sert halatlarla düğümlendiği günün denemesi.

Herkes biliyordu Çetin Altan’ın öldüğünü, bir Ahmet Bey bilmiyordu.

“Ben herhalde iki ya da üç yaşındayken bir gün bir kuzuyla karşılaşmışız kırda, ben kuzudan korkmuşum. Altmış beş yaşındayım, neşeli olduğu zamanlarda babam beni hâlâ biraz alaycı biraz sevecen bir gülümsemesiyle ‘kuzudan korkan oğlum’ diye karşılardı, duyduğum en şefkatli laftı. Bizim ailede, erkekler birbirlerine duygularını çok göstermezler, duygularından çok söz etmezler, garip feodal geleneklerimiz var, babamızdan hep çekindik, onun beğenmeyeceğini düşündüğü hiçbir şeyi yapmamaya gayret ettik, beğenmeyen tek bir bakışıyla bile yaralanırdık, beğenmeyecek diye ödümüz kopardı ve ‘kuzudan korkan oğlum’ sözleri içimi sevinç ve güvenle doldururdu. Artık kuzudan korkmuyorum. Komşum gitti. Bir tek kez bile ‘kötüyüm’ demedi.”

Kütüphanemdeki diğer Ahmet Altan kitaplarından farklı olarak bunun imzasız olmasının sebebi de bu zaten, kuzudan gayrı hiçbir şeyden korkmamak.

Kaç zamandır, kopkoyu ve yekpare bir kasvetin içinde yaşadığımı hissediyorum.

Ahmet Altan’ın denemeleri, bana ‘mevsimleri hepimizden iyi bilen’ karıncaları izlemeyi hatırlattı.

Karıncaları özlemişim.

Mimozaları özlemişim, çiçek açan ağaçların altında sevdiğim kıza sarılarak dünyaya boşvermeyi, zamanı unutmayı özlemişim.

Bütün dertleri, sıkıntıları bir kenara atıp sokağa çıktım.

“Kazak Abdal nutkeyledi,

Cümle halkı ta’neyledi

Sorarlarsa kim söyledi,

Soranın da anasını…”

Yabani Manolyalar
Ahmet Altan
Everest Yayınları
192 sayfa.