KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Ummak

Ummak kelimesi ile ‘umman’ arasında ses benzerliği dışında bir bağ yok. Gel gelelim, bir şeyler ummaya yeltendiğimde, kendimi bir ummanda kaybolmuş hissediyorum. Önüm arkam belirsiz, meçhule bakınan bir şaşkın.

Elbette o bakışı bir şeyler umar kılan bir öz var. Ummayı beklentiden ayıran temel unsur da tahayyüle dayanması. Beklemek mantığın alanı, ummak kalbin. Nafile beklerken dahi ‘bile bile’lik var, oysa ummak sadece cesaret işi.

OHAL şartlarında, hukukun muhalif cezalandırmaya ve gözdağı vermeye yönelik keyfi gözaltı ve tutuklamalara indirgendiği bir düzende gidilen referandumdan ‘hayır’ umdum, mesela. Hayali güç verdi. Dahası umduğum ‘hayır’, bulduğum ‘evet’ten halen daha güçlü. HDP ve DBP eş genel başkanlarından vekillere, avukatlardan gazetecilere sesi, sözü, anlatacak hakikati olan herkesin hapiste rehin tutulduğu bir düzende, türlü manipülasyon ve şaibe eşliğinde gelen o kılpayı ‘evet’, cümlenin altını çizen fosforlu kalem gibi kaldı. Referandum gününden bu yana dinmeyen gösterilerde ‘hayır’ her zamankinden de sağlam ve gerekçeli olarak haykırılıyor.

O pazar gökten ilahi bir emir almışcasına, arpacık soğan dahil elime geçen her şeyi saatlerce kızarttığımı düşündüm. Beklediğim kimse yok. Neyi ummuş olabilirim o tuhaf menü eşliğinde? Çocuksu bir mutluluğu ve güven duygusunu olmasın?

Çünkü korku ve öfke her yerde. Günlük hayatın çabayla kurulup yaşandığı, her allahın günü ve ânı akıl sağlığının sınandığı bir düzenden bahsediyoruz. Bir şeyler tetikleniyor böyle zamanlarda içimde. Hani, okuldan gelip formayı fırlattıktan sonra sobanın üzerindeki çayla, ekmekle kurulan ikindi sofrası geliyor gözümün önüne. İki-üç çocuk kitabının dizili olduğu minik raf ya da oradan buradan toplanmış, hepsi de sadece anılarıyla anlam kazanan ıvır zıvırla dolu hazine sandığı.

Ya da ‘Çemberimde Gül Oya’ dizisini izlerken buluyorum kendimi misal. Bahsettiğim nostalji değil. Buralarda geçmiş, siyaseten özlemi çekilecek bir şey değildir. Devletin bekası, âdeta istikrarlı bir kıyım tarihi üzerine yapılanır. Aktörleri değişen bu sistematik zulümden her kuşak kendi payına nasiplenir.

Ama işte, Rum madamın Samatya’daki konağında her biri bir göz odaya sığışan birbirinden tamamen farklı insanların kesişen yazgılarında, hayatın doğası gereği buluştukları dayanışmada, acılarında, mutluluklarında ve en çok da umutlarında ahını çektiğim bir şey var. Sığınmak gibi, hayal kurmak gibi bir şey.

Elde dikilen atlas ya da çiçekli yorganları hatırlıyorum dizide görünce. Altına girip uyumak ve aslında bir süre hiç uyanmamak istiyorum. Yıllar önce ilk kez yayınlandığında bir cuma gecesi babamla izlediğimiz bölümü hatırlıyorum pat diye. Hani şu Romen tankeri Independenta’nın patladığı bölüm. Ortalık mahşer yeri. Devir kötü, herkes yine bomba patladı zannediyor. Biz de öyle sanmıştık. Babam üzerime atmıştı kendini. Çünkü evlerin camları patlıyordu. Mühürdar sahilleri böyle nasiplenmişti o kazadan. Sonra o tanker günler boyu yanmış, babamla el ele o tankeri seyretmiştik. Korkunun içindeki güvendi babam. Beni dünyanın kötülüklerine karşı koruyacak olandı. İki yandan örgülü saçlarımla resmimi çekmişti, adını ‘Belalı Tanker’ koyduğumuz enkazın önünde.

Dizide olmayı umduğum kadınlar ve olmaktan korktuklarım birbirine geçiyor. Kadınlık hallerinin resmigeçidinden kendine niyet çekerken buluyorsun kendini. Üzüntü ve aldatılmışlarla tetiklenen Alzheimer hastalığını bile ruh asaletiyle taşıyan ama kendi uğuldayan boşluğuna yuvarlanan Sema, aşkı uğruna bütün hayat gemilerini takan pavyon şarkıcısı Canan, hayal kırıklıklarına çalçenelikle siper olan Suna, sevdiğine kavuşamamışlıkla bir ömür için için kavrulan Sultan, çocukluk aşkı uğruna ahlak-namus cehennemlerinden geçirilen ve gülüşünden edilen Zarife...

Ve bir de şarkı...
sebepsiz yere gitmedin ki sen
boşluğa beni koydun bilmeden
yüzüme vuran boğaz rüzgârı
hiç soğuk değil sensizliğimden

bana bana hep bana
ayrılıklar hep bana
gidenlerin ardından
bakakalmak hep bana
bakakalmak hep bana

Bakakalmadığım günleri ummak istemişim. Eksilten kayıplarla sınanmamayı bir de. Gülüşünden utanmadığın zamanları dilemişim.

İsteyenin bir yüzü kara...