Sevgili Sarkis(*)

Biz ayrılığın mektubunu yazmaya çalışırken yılları geçirdik. Geçirmişiz daha doğrusu, farkına varamadan hem de. Aslında biz mi yılları geçirdik, yıllar mı bizi geçkin bir insan artığı haline soktu orası da ayrı bir muamma ya, hadi neyse. Yılları geçirirken de ya sayma yetimizi, ya da zaman kavramımızı yitirmiş olmalıyız. Yoksa yokluğunun üzerinden yedi sene geçtiğini her farkettiğimizde yine yeni yeniden bu denli şaşırabilir miydik?

GARİNE B. SEROPYAN

"Sen bu satırları okurken, ben çok uzaklarda olacağım." Böyle başlardı bildiğimiz tüm ayrılık mektupları. Biz ayrılığın mektubunu yazmaya çalışırken yılları geçirdik. Geçirmişiz daha doğrusu, farkına varamadan hem de. Aslında biz mi yılları geçirdik, yıllar mı bizi geçkin bir insan artığı haline soktu orası da ayrı bir muamma ya, hadi neyse. Yılları geçirirken de ya sayma yetimizi, ya da zaman kavramımızı yitirmiş olmalıyız. Yoksa yokluğunun üzerinden yedi sene geçtiğini her farkettiğimizde yine yeni yeniden bu denli şaşırabilir miydik?

2015'ten beri bende bir sayısal, daha doğrusu tarihsel/takvimsel bir özür başgösterdi. Mesela çocukların yaşı sorulduğunda, ve hatta kendi yaşım sorulduğunda, ilk önce hangi senede olduğumuzu düşünmem gerekiyor. Hasbel kader doğru seneyi bulursam şanslıyım. Ha bir de şu var ki genelde 10 sene geriden geliyorum. Mesela geçen, balkabağı tohumlarını toplamışım, paketlemişim, paketlere tarih yazacağım. Baktım 2010, 2011 ve 2012 senesinden bir sürü paket. Peki, niye bunlar hala bende? Ben 2014'te de Türkiye'ye gittim, götürür verirdim ilgili kişilere? Hayır efendim, o tarihler aslında 2020, 2021, 2022. Sanırım hain bilincin şerefsiz altı, insanı olmak istediği senelerde yaşadığı sanrısına sokuyor. Evet, bazen çocukların yaşlarını da yanlış söylediğim oluyor. Yaklaşık 2 dakika sonra "Ay yanlış dedim, 10-12 değiller, 14-16 oldular. Yoksa 13-15 mi? Hangi senedeydik pardon?" diye söze girince karşımdakilerin suratlarındaki dehşeti görmen lazım, o derece. Özellikle evrak imzalarken attığım tarihler ise akıllara ziyan. Benden evvel birisi tarihi yazmışsa şanslıyım. Yoksa hayat gerçekten zor bir iki dakika yaşatıyor bana. Sırf bu yüzden ay, gün, yıl gösteren elektronik saat aldım desem? Tamam sustum...

Yedi sene. Yedi koca sene. Yirmisekiz mevsim, seksendört ay, ikibinbeşyüz küsür gün. Hesaplamaya üşendim, yuvarladım, idare et. Ve işin goygoyunu alıp masaya bırakırsak, son iki senesi pandemi psikolojisi ile berbat geçen bu yedi sene, yirmisekiz mevsim, seksendört ay ve nihayetinde tam olarak ikibinbeşyüzyirmidokuz gün boyunca, yatak döşek hastayken dahi ve hatta şuurum kapalı iken bile, bir tek günüm seni düşünmeden geçemedi. Geçirmek istemedim değil, geçmedi. Gerçek.

Geçecek...

Korkunç bir dizi izleyicisi oldum. Kaliteye ya da konuya çok takılmıyorum. Popülerliğe de. Ve hatta final yapmış bir dizinin 730454 bölümünü bir haftada seyredip bitirdiğim bile olabiliyor. Amma ve lakin, hani demişler ya, "Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.", işte atalar o sözü meteorolojiden bağımsız, bugünleri yaşayan ben için söylemişler. Abi, bir hafta boyunca izlediğim her dizide, her filmde, başrol kadın oyuncunun babası ölür mü? Vay arkadaş, kader bizle billur geçiyor da çaktırmıyor. Sürekli ölüm haberlerinden bahsetmiyorum bile bak. En son Aydın Engin haberi aldık, artık "daha ne olabilir ki?" demeye korkar olduk. Şimdi sen olsan "Amaaan sen de bırak şu felaket tellallığını, ne alakası var rüyada diş görmekle ölümün? Ayrıca, aç gazetelerin 3. sayfalarını, her gün onlarca ölüm, çok yormak istiyorsan ölüm haberi hep var!" derdin. Aman neyse işte...

O değil de, dizilerde dahi ölüm ve doğum gerçekleri üstünkörü ve yalanlarla geçiştiriliyor. Sadece bu iki olağanüstü olayda, ki insan ömrünün en mühim hadiseleridir bence, herkesin yalancı olduğunu, sadece gerçek dostların gerçekleri söylediğine inandım ben hep. Mesela, doğum. Sanırsın ki doğurunca herşey tozpembe olacak; doğum, şahane bir annelik/babalık hissiyatı, huşu içerisinde nefis günler getirecek sana. Haltetmişsin! Bir kere doğumdan sonra, doğum şekline göre doktora, ebeye, ve hatta dikişli halde taşımak durumunda olduğun o 4 kiloluk kütleye sürekli küfrediyorsun. Hiçbir şey anlatıldığı gibi şahane de olmuyor. En son farkediyorsun ki sana anlatılan masalların hepsi prime time dizi tadında gerçek(!). Gerçek hayat hikayelerinden alıntılananlar dahi. Ve elbette ki aynı şeyler ölüm için de geçerli.

En az milyor kişi (milyonla milyar arası bir sayı) "geçecek" dedi. Ve en az milyoru da yalancı idi. Çok az insanın dediği doğru idi. Geçmedi. Geçmeyecek de. O kafamı duvarlara, yumruğumu camlara pencerelere vurmak isteyen öfkem, yokluğuna ettiğim küfürlerin yekünü ve sesini artık duyamayacak olmamın bende yarattığı o anlatamadığım korku, bütün bunlar el ele verip yerlerini kocaman bir özleme bıraktılar. Hala sesin kulaklarımdan gidecek diye korkuyorum. Artık seni rüyalarım dışında göremememin hüznünü, o "ilk günkü acıyı" ve gitmiş olmana duyduğum katlanılmaz öfkemi, tüm acılarımın dönüştüğü o koskoca özlemin içine gömdüm, içimde büyüttüm, kocaman bir çınara dönüştürdüm. Artık tüm yollar o çınara çıkıyor. Sonra veriyorum sırtımı o çınara, hani sana yaslandığım kadar dik duramıyorum ama en azından özleminden bir "sen" yarattım, sırtımı ona yaslamayı öğrendim. Ve seni her andığımda, artık acı değil ama korkunç bir özlem duyuyorum.

Ardından

Hani gidenlerin ardından söylenenler çok mühimdir ya, bakıyorum da, kiminin adı bile hatırlanmıyor artık. Demek ki varlığı çok da büyük bir katkı değilmiş hayatlarımıza, yokluğu ise bir kayıp değilmiş. Onsuz da olabiliyormuş. Oysa sensizlik öyle mi? Sürekli bir şeyler oluyor. Sana anlatacaklarım, anlatmak istediklerim ve senden saklamam gerekenler o kadar birikti ki, benden taşıyor artık. Mesela oğlan bu sene okulu bitiriyor. Yazın çalışmaya başlayacak. Aynı zamanda meslek okuluna gitmesi gerekecek. Kızı anlatmaya gerek yok, sen ondan bir tane büyüttün, tıpkısının aynısı. Her şeyiyle. Son iki senedir Paregentan etkinlikleri iptal, malum, pandemi. Hatırlar mısın, en son 2015'teki sokak karnavalında konfetiler altında fotograflar çekip yollamıştım. Ve yine aynı gün, kırlardan bahçelerden rastgele çiçekler toplayıp seyircilere dağıtan çocuklar benim yakama bir anmorug takmışlardı. İnanması zor ama 2015'ti ve evet anmorug. Hayır, çocuklar hay filan değillerdi, bildiğin İsviçreli veletlerdi.

En çok da sana ihtiyaç duyduğumuzda yokluğun pek bir çekilmez oluyor. Bana dahi soran oluyor, ne alaka ise, hani Ermeniyim ya en ballısından, bilmemkim köyünde Ermeni yaşarmış eskiden felan falan. "Niğde'ye sür eşşeği kardeşim, geçti o pazarın günü..." diyorum ama ne yaşıyorum bir bilsen.

En acısı da "tam zamanında gitmiş" dediğim o kadar çok olay oldu ki. Pandemisinden dejenere bir nesil yetiştirmemize, gündemden savaşa, barışsızlıktan umutsuzluğa... Çok şey oldu, oluyor, artık liste yapamaz olduk ama sen olsaydın, herşeye rağmen sana anlatacak çok şeyimiz ve senin anlatacağın aşırı çok şey olurdu.

Ve nihayet...

Kiminin acısı zamanla, azala azala katlanılır bir hale gelirmiş, kimininki ise katmerlenirmiş. Ne yazık ki bizim payımıza düşen ikincisi oldu. Atacak çok çığlığım var daha ama kimsenin duymayacağını bile bile kör bir kuyuya çığlık atabilecek kadar veli olamadım henüz. Olduğum ise ancak attığı çığlığın yankısından korkacak bir deli.

Kızın olmamı bırak, ama seninle aynı dönemde, kendime biçtiğim pay ile de aynı çatı altında yaşamış olduğum için kendimi ziyadesiyle şanslı sayıyorum. Yokluğunun üzerinden yıllar da geçse, her bir gün öğretmeye devam eden bilge adam, iyi ki vardın...

Ölmeyeydin eyiydi....

(*): Şimdi ben sana dümdüz "Sarkis!" diye hitap etseydim, sen de sağ olsaydın, en alçak ama ona rağmen ayar verircesine azarlayabilen o kısık sesinle "Marıs es te voç gınkamayrıs?" (anam mısın yoksa vaftiz annem mi?) diye sorardın. Ne yapayım, son yıllarda bir tek bununla kızdırabiliyordum seni.

Kategoriler

Toplum Güncel

Etiketler

Sarkis Seropyan