OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Lozan delik deşik

Ne acıdır ki bu maddeler karşısında uygulamaya baktığımızda bırakın kolaylık sağlamayı, devlet bu vakıfların, din ve hayır kurumlarının hayatını zorlaştırmak, varlıklarını ortadan kaldırmak için elinden geleni yapagelmiştir. Parasını vererek aldıkları veya bağış ve miras –ve hatta piyango– yoluyla uhdelerine geçmiş gayrimenkullere el konmuştu.

Son yazıda Türkiye’nin, Lozan Barış Antlaşması’nın azınlıklarla ilgili maddeleri, yani 37 ile 45. maddeler söz konusu olduğunda kurucu antlaşması olarak kabul edilen bu anlaşmayı daha mürekkebi kurumadan ihlal ettiğinden bahsetmiştim. Bu hafta hem o maddelere biraz daha yakından bakalım, hem de ihlallere bazı örnekler verelim.

Daha evvel de söylediğim gibi Türkiye Lozan’da azınlıklara karşı iki tür sorumluluk üstlendi: negatif ve pozitif sorumluluklar. Negatif sorumluluklar, devletin ne yapmaması gerektiğine dair ölçütler getirdi. Örneğin, devlet bu grupların eğitim, kültürle ilgili haklarını kullanmalarının önüne hiçbir engel koymayacaktı. Pozitif sorumluluklar ise devletin yapması gerekenlere tekabül ediyordu. Buna örnek vermek gerekirse, bu grupların nüfusça yoğun oldukları yerlerde eğitim kurumlarına, hayır kurumlarına ve dinî kurumlara merkezî ve yerel bütçelerden (belediye bütçelerinden) belirli bir pay aktarılacaktı.

Türkiye Cumhuriyeti ayrıca, Lozan Antlaşması’ndaki ilgili maddelerle çelişecek hiçbir kanun, tüzük, yönetmelik vs. çıkarmamayı, bunlara mugayir hiçbir uygulamada bulunmamayı taahhüt ediyordu. Bu gruplar ve mensupları, vatandaşların geri kalanının yararlandıkları haklardan eşit biçimde yararlanacak, kimliklerini korumak için ihtiyaç duydukları desteği de kamudan göreceklerdi. Bu konuda özellikle 42. maddenin hükümleri açıktır. Bu maddeyle Türkiye Cumhuriyeti, bu grupların hem mevcut vakıflarına, din ve hayır kurumlarına, hem de yeni kurulacak olanlara her türlü kolaylığı gösterme güvencesi verir.

Ne acıdır ki bu maddeler karşısında uygulamaya baktığımızda bırakın kolaylık sağlamayı, devlet bu vakıfların, din ve hayır kurumlarının hayatını zorlaştırmak, varlıklarını ortadan kaldırmak için elinden geleni yapagelmiştir. Parasını vererek aldıkları veya bağış ve miras –ve hatta piyango– yoluyla uhdelerine geçmiş gayrimenkullere el konmuştur. 2008–2012 arasında bir düzeltme teşebbüsü olarak bu mülklerin bir kısmının iadesi için düzenlemeler yapılmış ama orada da gene bırakın kolaylık göstermeyi, başvuru süresinin kısıtlanmasından tutun da zaten devletin elinde olan evrakları toplama sorumluluğunun başvurucu vakfa yüklenmesine, bunları toplamak için gerekli olan arşiv çalışmasının yavaşlatılmasına kadar birçok zorluk çıkarılmıştır.

Ayrıca, yeni kurulacak vakıflara veya kurumlara da her türlü kolaylığın gösterileceği güvencesi verilmişken, Medeni Kanun’un “herhangi bir etnik veya dinî grubu desteklemek üzere vakıf kurulamaz” hükmüne dayanılarak bu grupların yeni vakıf kurmasına müsaade edilmez. Hâlbuki yukarıda da söylediğim gibi Türkiye devleti, hiçbir iç düzenlemenin Lozan hükümleriyle çelişmeyeceği güvencesini vermiştir. Bu manzaraya son olarak, takriben dokuz senedir yaptırılmayan vakıf seçimlerini de eklediğimizde Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan’ın üzerine basıp geçtiğini söylemek gerekir.

Aslında, Lozan’ın çeşitli hükümlerini çiğneyen, yakın veya nispeten uzak geçmişten birçok başka örnek de verilebilir ama 42. madde üzerinde biraz daha duralım. Bu madde Osmanlı millet sistemini çağrıştıran bir maddedir, zira Türkiye, bu maddeyle bu grupların aile hukukuyla ilgili meselelerini kendi örf ve âdetlerine göre halletme hakkını tanır. Hatta, ilgili hükümlerin tanzimi için bu grupların eşit derecede temsil edilecekleri özel bir komisyon oluşturulmasını öngörür. Böyle bir şeyin olması doğru ve gerekli midir, ayrıca tartışılabilir ama sonuçta bu, anlaşmanın taraflarca müzakere ve kabul edilmiş bir hükmüdür. Öte yandan, ortada bu maddeyle ilgili bir feragat miti vardır. Şöyle ki, antlaşma kapsamındaki gayrimüslim azınlıkların yani Ermeni, Rum ve Yahudi topluluklarının 42. maddede belirtilen haklardan feragat ettiği söylenir fakat buna dair somut ve doyurucu bir veri veya belge yoktur. En azından ben şimdiye kadar görmedim. Bu haklardan kim, kimin adına, nasıl feragat etmiştir? Kaldı ki, tarafları devletler olan bir antlaşmadan toplulukların feragat etmesi mümkün müdür? Nitekim 44. madde şöyle diyor: “İşbu ahkâm Cemiyet-i Akvam Meclisi’nin ekseriyetinin muvafakati olmaksızın tadil edilemeyeceklerdir.” Ayrıca, maddeden bütün olarak mı feragat edilmiştir, yoksa bazı hükümlerinden mi? Velhasıl, bu feragat meselesi çok şüpheli ve tartışmalıdır. 42. maddeyi yok saymaya yetmez.

Madem bu konuya girdik haftaya başka ihlal örneklerine bakmaya devam edelim.

Vakıf seçimi notu: Dokuz yıldır yapılamayan vakıf seçimleriyle ilgili gelişmeler, AB İlerleme Raporu’nun insan hakları bölümüyle ilgili son tarih yaklaştığından olsa gerek, son haftalarda hızlandı. Ankara’dan bir heyet, Patrikhane ve bazı diğer kişi ve kurumlarla görüştü fakat ortada, âdet olduğu üzre, anlaşılmaz bir ketumluk var. Ne konuşuluyor, nasıl bir düzenleme düşünülüyor, ortada bir taslak var mı? Bunların hiçbirini bilemiyoruz. Ne yetkililerden bunlara dair bir açıklama var, ne de görüştükleri kurumlardan. Vakıflar azınlık temsilcisinden de kamuoyuna bu konularda bir açıklama gelmiş değil. Gene bir emrivaki, bir oldubitti havası seziliyor. Yapılması düşünülen düzenlemenin taslağının açıklanmamasının ve tartışmaya açılmamasının meşru bir gerekçesi yok. Gizlenmek istenen ne olabilir?