Söyle Margos kimsin sen?

Şimdi bu satırları yazarken aklıma Diyarbakır’ın son Ermenisi, 2014 yılında kaybettiğimiz Bayzar Eken geldi. Suriçi’nde yürürken bir elinde bir sıtıl yoğurt, diğer eliyle evleri işaret ediyordu, çökmüş omuzları, birkaç yıla iki büklüm olacak direnen bedeniyle. O evlerde bir zamanlar kimlerin oturduğunu isim isim terennüm ediyordu. O zaman da aynı şeyi düşünmüştüm. İnsan, insanlarını kaybettiği bir yerde yaşamaya nasıl dayanır?

Mıgırdiç Margosyan 1915 sonrası kendi içine hapsedilmiş bir toplumun taşradan çıkan en güçlü seslerinden biriydi. Son yüzyıl içerisinde sadece soy değil bir kültür kırımının yıkıntısı üzerinde geçiyordu tüm yazdıkları. İlk eseri ‘Gavur Mahallesi’nde bu sesi çok güçlü bir şekilde duyarız. Daha sonra yazdıklarında da o ses varlığını sürdürür. O harabede her bir yana saçılmış taşların kenarlarındaki yaban otlarının gerisine saklanmış insanların gündelik küçük hikâyelerine odaklanır. Olaylar aracılığıyla görünür olanın ardındaki görünmeyen sesin izini sürer. Devraldığı miras öyle hafife alınır türden değildir. Yazdıkları kendi biyografisi etrafında şekillenir gibi gözükse de tüm bir coğrafyanın, dünyanın dört bir yanına dağılmış, Türkiye’nin herhangi bir şehrinden kopmuş/koparılmış insanların geçmişini, parmak uçlarıyla yoklayarak/hissederek okumaya çalışır. Onun yazdıklarında herkesin kendi hikâyesinden bir parçayla karşılaşmasının sebebi budur. Üstelik o iz, Diyarbakır’dan kalanlarla sınırlı değildir. Dünyanın her karış toprağında, ayak izlerini, yaşamlarını, son nefeslerini, kemiklerini, atalarını, doğurduklarını bırakmışların izini sürer içten içe. İç çekişlerin indiği derinlikte buluşturur, kavuşturur herkesi. O buluşma, kavuşma yeri ele avuca gelmeyen, görünmez bir toprak parçasıdır. O toprağın dünyanın neresinde olduğunun hiçbir önemi yoktur. Hikâyelerinin ulaştığı her bir okura kendi aidiyetinin gurbet sofralarını kurdurur Margosyan. Mesafeler önemini yitirir. 

“Yüz yıldır anlatıyoruz”
Mizaha sarmalasa da yalnızların ve kendi iç burkucu yalnız bırakılmışlığının hikâyesini anlatır… Yurtdışında katıldığımız bir etkinlikte izleyicilerden biri konuşmasının bir yerinde “Anlatın ki öğrenelim” deyince, “Yüz yıldır anlatıyoruz, biz anlatınca kimse bizi dinlemiyor,” demişti Margosyan. Haksız değildi bu serzenişinde. Çünkü 2000’li yılların başında her türlü zorluğa rağmen konuşulmaya başlanmıştı Ermeni meselesi. 1915 bir ülkeydi ve o ülkeye turistik seyahatler başlamıştı. Kimi günah çıkarıyor, kimi, Ermeni nenelerinden, ailelerine Müslümanlıkla kutsanarak verilmiş hediyeler ya da emanetler gibi bahsediyor, kimileri ise kinini nefretini kusuyordu bu seyahat boyunca. Bunu yapanların büyük çoğunluğu sözüm ona yüzleştiği insanların halet-i ruhiyesini, zamanında devşirilen neneninki gibi içinde bulunduğu zamana uyarlıyordu. Geniş toplumun bahsettiği “İçimizdeki Ermeni” ancak içindeki Ermeni’ye içinin elverdiği ölçüde, kendi havsalasının sınırları dahilinde konuşma izni veriyordu. O da bu durumdan haklı olarak, hepimiz kadar şikâyetçiydi. Ama birçoğumuzdan fazla deneyimlemişti bu toplumu, kendi çekirdek toplumunun içine sıkıştığı geniş toplumları... O, hakikatin, hak ve adalet arayışında her defasında nasıl aşındığını görüyordu. Ve “Anlat, size ne yapıldı?” sorusunun cevabıyla karşılaşanlar hakikatin ürkütücü yüzüne tahammül etmekte zorlanıyorlardı. Orada da imdada nostalji yetişiyordu. Çünkü o denli sert bir hakikati yumuşatmanın yegâne yoluydu onu nostaljiyle kundaklamak. Ancak böylesi bir kalkanla kuşanarak hakikatin yakıcılığından koruyabilirdik kendimizi. Hele bir aşınsındı hakikat, sonrasına bakardık... 

Sahi Margos nereli? 
Margosyan’ın vefatından sonra, şu birkaç gün içerisinde medyada yer alan başlıklar yüzyılın etkisiyle sersemlemiş zihnin hal-i pürmelalini de ortaya koyuyor. Bu sersem zihnin ilk perdesi içimizdeki Ermeni’nin kapsadığı yerde ne yaptığımızla ilgili. Margosyan iki dilde ürün bir vermiş bir yazar. Ermenice ve Türkçe. Ermenice yazdıklarını yekten Ermeni edebiyatı içinde konumlandırıyoruz, peki Türkçe yazdıklarını nereye yerleştireceğiz? Ölümünden sonra atılan başlıklar bu perdenin notaları. Türk edebiyatına Ermeni bir yazarı dahil etmek çetrefilli bir mevzu. Türkiye edebiyatı demek başlı başına sorun. O notaların söylediği türkü, aidiyetin sadece coğrafyayla ilgili bir sorun olmadığını çığırıyor adeta. Bir yandan çokkültürlülük güzellemeleri yaparken, diğer yandan kendisi gibi olmayanı yanında yöresinde eşiti olarak görme tahammülsüzlüğü yaratıyor aidiyet sorununu. 

Son 25 yılda onunla çeşitli etkinliklerde yan yana gelme şansım oldu: İstanbul, Diyarbakır, Frankfurt ve Yerevan. Gözlerindeki hüzün bütün şehirlerde aynıydı. Diyarbakır’da biraz daha fazla. Bir etkinlik sonrası Xançepek sokaklarında yanında İstanbul’dan gelmiş bir-iki dostla ağır adımlarla yürüyordu. Baktığı evlerde epey bir zamandır yeni yaşamlar kurulmuş, yeni sesler yankılanıyordu. Evler onun için gözlerini ve ağızlarını kaybetmişlerdi. Yıllardır her gelişinde bu sokaklarda aynı arayışla geziyordu. Kapı eşiklerinden, pencere pervazlarından, toprak damlardan, bazalt taşlardan, ‘şakşako’sunu kaybetmiş kapılardan onu içerilere, daha derinlere buyur eden bir ses arıyordu. O yürürken etrafında sesler onu ilk kez gelmişçesine “Hoş geldin Mıgırdiç Hocam, başımız, gözümüz üstüne,” sesleriyle ağırlıyorlardı. O ise “Başınız, gözünüz sağolsun,” dercesine gözlerini yere düşürürken başını hafiften yana eğiyordu. Dar sokaklardan içerilere, ayaklarının altında incinecek bir kalp varmışçasına ağır adımlarla yürümeye devam ediyordu. Adımları vardı ama ayakları gözükmüyordu. 

Şimdi bu satırları yazarken aklıma Diyarbakır’ın son Ermenisi, 2014 yılında kaybettiğimiz Bayzar Eken geldi. Suriçi’nde yürürken bir elinde bir sıtıl yoğurt, diğer eliyle evleri işaret ediyordu, çökmüş omuzları, birkaç yıla iki büklüm olacak direnen bedeniyle. O evlerde bir zamanlar kimlerin oturduğunu isim isim terennüm ediyordu. O zaman da aynı şeyi düşünmüştüm. İnsan, insanlarını kaybettiği bir yerde yaşamaya nasıl dayanır? Bayzar Eken toprağını terk etmediği için dayanıyordu. Mıgırdiç Margosyan ise yazarak. Israrla yazıyordu ve o kalp atışının sesinin geldiği yere buyur ediyordu hepimizi. 

Bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde kuzenim Zakar Dikme Amerika’dan aradı. “Bir ricam olacak senden,” dedi, üzgün bir sesle… Derin bir nefes aldı. Sesini toparladı ve “Benim yerime bir avuç toprak atar mısın mezarına?” Sustuk karşılıklı. Mıgırdiç Margosyan’ın bizi buyur ettiği o kalp atışının sesiydi aramıza girip sessizliğimizi mühürleyen. Öyle ya ses ışıktan, dil etten, kalp topraktandır…

Mıgırdiç Margosyan Türkiye edebiyatında taşranın sesini temsil eden önemli mihenk taşlarından biri. Ermeni edebi kültürü açısından bakıldığında ise 1915 öncesi zenginliğin yerinde açılan büyük boşluğa tek başına maya çalan bir emekçi, duruşuyla göz dolduran bir yazar. Kendisinden sonra gelecek nesillere bıraktığı en kıymetli miras ise, ömrünü vakfettiği hikâyelerdeki kalp atışı. 

Kategoriler

Dosya


Yazar Hakkında