Çocukluk aşkı / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Karşımda duruyordu. O kadar küçüktü ki... Kıvırcık, simsiyah saçları, beyaz yün montunun üzerinde ışıldıyordu. Alçak bir taburede oturan babasına, Zaven Dayı’ya yaslanmıştı. Zaven Dayı, annemin uzaktan akrabasıydı. Annem onu çok sevdiği için ben de çok severdim. Bana onun hakkında çok şey anlatmıştı annem; ayrıca çok kibar ve yumuşak mizaçlı biriydi. Nuşig çok narin ve güzeldi. Boğazından ameliyat olmuştu. Ben dört yaşlarındaydım, o ise benden bir yaş kadar küçüktü sanırım. Bana utangaç bir şekilde gülümsüyordu. Onu kucaklamış, yanağımı yanağına yapıştırmıştım; başka da bir şey hatırlamıyorum. Fakat bu minicik anı, ilk aşkın verdiğine benzer, tatlı bir hisle, onlarca yıl hafızamda kaldı. Kamışlı’da geçirdiğim sonraki yıllardan, onunla ilgili başka bir anım yok. Nuşig’i daha sonra, neredeyse elli yaşımdayken, çocukluğumdan sonra Halep’e yaptığım ilk ve son ziyarette gördüm. Bir akrabamızla evlenmişti ve hâlâ güzeldi. O tatlı anı, aradan kırk beş yıl geçmiş olmasına rağmen silinmemişti ama bu yetişkin kadınla değil, küçük, sevimli Nuşig’le ilgiliydi. Ne tuhaftır ki, o anı bugün hâlâ yüreğimi ısıtır. Tıpkı, Beyrut’ta, üst katımızda oturan komşularımızın kızı Şoğig’in anısı gibi...

Şoğig çok güzel bir kızdı; sarışındı, deniz mavisi gözleri, incecik, upuzun bacakları vardı. Gülümsemesine ve ince, uzun parmaklarına bayılırdım. Yaptığım şaklabanlıklara büyük bir içtenlikle gülerdi… İkimiz de dokuz yaşlarındaydık. Beyrut’a taşındığımız yaz tanışmış ve ayrılmaz ikili olmuştuk. Her gün bizim eve gelirdi, balkonda saatlerce birlikte vakit geçirirdik. Hiç durmadan konuşurduk; bir defterim vardı, ona bir şeyler çizerdik. Şoğig’le günlerim üç hafta sonra Kamışlı’ya, babamın yanına gitmem gerekince, birdenbire son buldu. Eylül’de, okullar açılmadan önce Beyrut’a döndüm. Şoğig’ler taşınmış, bize uzak bir yere gitmişlerdi. Gidiş o gidiş… Onu yıllarca görmedim. Sonra, 15 yaşlarımda, bir akşam aceleyle eve giderken, karşı yönden bir kızın geldiğini fark ettim. Birbirimize yaklaştığımızda kafamı kaldırdım; Şoğig’di. Ciddi bir tavırla gözlerimin içine baktı ama ne o durdu, ne de ben; bir şey de söylemedik. Neden öyle yaptığımızı hâlâ anlamış değilim. Ergenlikle ilgili bir durum olsa gerek. Her neyse, burada mühim olan, o yaz Şoğig’le birlikte geçirdiğimiz günler. Onu hep, bizim balkonda yere, dip dibe oturup duvara yaslanmış hâlimizle, bana sevgi dolu bakışıyla hatırlıyorum. Ona gönlümü fena hâlde kaptırmış olmalıyım; sanırım o da bana âşık olmuştu. Ama ilan edilmemiş bir aşktı bu. İkimiz de, duygularımızı adlandıramayacak kadar küçüktük.

Aşk, hayatın özü. Bizi tanımlayan ve şekillendiren şey. Hepimiz, aşkı bulma umuduyla, bir sonsuzluğun peşindeyiz, ancak pek azımız onu bulma, sevdiğiyle açıkça, özgürce, bir arada yaşama şansına erişebiliyor. Bu durum yalnızca insanlara özgü değil; hayvanlar da, nadiren de olsa, birbirine âşık olabiliyor. Ben bizzat şahit oldum buna. Yukarıdaki fotoğrafı, İstanbul’daki ilk yılımda, Büyükada’da çekmiştim. Bu kareye ne zaman baksam, acaba rüya mıydı diye düşünürüm. Bu iki at arasındaki yakınlığı; burunları, yeleleri ve alınlarıyla birbirlerini şefkatle okşayışlarını izlemek müthişti. Bu ‘dokunuş’ların cinsel bir yanı yoktu; pür aşktı gördüğüm. Evimizin karşısındaki boş arsada yaşayan iki köpekle ilgili hikâyeler de anlatabilirim size. Birçok kez, sabahın erken saatlerinde gizlice izledim bu çifti. Tıpkı birbirine âşık iki insan gibi neşeliler. Birbirlerini delicesine sevdikleri o kadar açık ki... Dişi olanı bu yıl ikinci kez doğum yaptı. Toplamda on yavruları oldu.

                                                                                                                              İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında