Hayatta ne hayatın kendisinden daha kıymetli olabilir ki

Açlık grevinin 53. gününde Mahir Ünsal Eriş, insanların ancak hikâyeye bir yerinden dokunduklarında hikâyeyi anlayabildiklerini anlatıyor. “Hayata dönüş” diyordu herkes ama Kanat’ın bir kez olsun “ölüm orucu” dediğini duymamıştı. Ta ki yıllar sonra Kanat, alt komşusu Yılmaz’ı görene kadar... “Kanat anlattıkça, hikâyenin başında etiyle buduyla gözümüzün önünde duran adam, son çayları bitirdiğimizde eriyip havaya karışmıştı.”

Mahir Ünsal Eriş
unsaleris@gmail.com

O ki, hayat ırmağından bir bardak su içmeye hak kazandı,
sen mi bileceksin, onun layık olup, olmadığını?

 Cibran

Oturup içki içecektik. Ramazanda, bayramda, kandilde içmezdi. O yüzden, bir boşluk bulmuşken iki tek atalım, kafaları dağıtalım dedikti. Onunla içmeyi severdim, nerden baksan bir on yıldır falan. Yanyana tezgahlarımız vardı, önce Yüksel’de, sonra zabıta kovalayınca Selanik’te. Annem şile bezinden diktiği bluzları gönderirdi kargoyla, maliyetini azıcık artırıp anneme geri gönderirdim, kalanıyla da kıt kanaat geçinmeye çalışırdım. Beni epey yaşatmıştı. O zamanlar çok modaydı o şile bezi bluzlar, gömlekler. Şimdi sadece deniz kenarı yerlerde takı satan orta yaş üstü, yanık gerdanlı, sakallı adamlar giyiyor.

O zamanlar korsan film satardı yanımda. “Yok abla, ben hepsini kendim izleyip öyle çoğaltıyorum. Bozuğu, çiziği olan filmi almıyorum zaten. Hep burdayım ben, bişey çıkarsa getir, değiştireyim.” Herhangi bir sokakta, zabıta fark etmediği müddetçe, mukavvadan tezgâhını belediyenin oraya koyduğu bir çiçeklik üstüne açmış bir sokak satıcısı için ne iddialı cümle! Sormuştum bir sefer, “Ulan Kanat, harbi izliyor musun sen bunları, böyle tek tek?” Abi dedirtmemişti daha tanıştığımızda, birkaç yaş büyük olmasına rağmen, adıyla sesleneyim isterdi hep. “Yok,” dediydi, “Televizyon da seyretmem ben. Çok ışıklı ışıklı dönünce öyle gözümün önünde saram tutuyor. Kardeşimgil benim yanımda kalıyor. O bakıyor üşenmezse. Ben bakamıyorum hiç, ama hiç de geri getiren olmadı valla!” Yolunun üstü değilse iki liralık cd için kim gelir yahu, diye geçirirdim aklımdan. Hakikaten gelen olmazdı.

Bekardı o zaman. İyi hasılat yaptığımız zamanlarda Rembetiko’ya gider bira içerdik. Bira içer, sarhoş olurduk. Bira içer, içeri giren, mutlu masalarda neşeyle kahkahalar atan, kokuları ve uzaktan çağıran sıcaklıklarıyla içimizi titreten kadınlara bakardık. Kadınlara bakar ve onları konuşur, bira içer iyice sarhoş olurduk. Sonra çaresiz ve manasız yalnızlığımız, sanki her sabah o sokakta, o çiçekliklerin üstünde tezgah açmaktan değil de, kadınsızlıktanmış gibi dertlenerek yürürdük. Ben Cebeci’de, Kutlugün’de ayrılırdım, o Mutlu Mahallesi’ne devam ederdi. Üşenmezdi de. Şimdi o evli. Ben değilim. İkimiz de çok saçma sapan işlerde çalışıyoruz. Eskisi gibi ‘ha’ deyince buluşulamıyor. Kırk yılda bir... Gene öyleydi, bulup buluşmuştuk onca zaman sonra, Büyük Ekspres’e gidecek, rakı içecektik. O yaşlanıyordu, ben de orta yaşlıydım nerden baksan, Büyük Ekspres’e gitmeyi yakıştırmıştık epeydir kendimize. Son birkaç sefer orda içiyorduk. İçiyor, önce uzun uzun o zamanlardan konuşuyorduk. Kim ne yaptı, nereye yerleşti, şimdi ne iş yaptı, bilmemkim bıraktı mı, falanca da evlendi, filanca geçen Maltepe’de bir pavyona giriyormuş, öyle şatafatlı falan…

Sokaklarda tezgâh açanların büyük çoğunluğu yalnızca doğru otobüs hattını bilenlerin gidebildiği uzak mahallelerden gelen yoksullardı. Yoksulluk, büyük şehirlerde çok daha kolay bulaşıyordu olan bitene, devrana, düzene karşı sistemli öfkeyle. Politik çocuklar oluyordu etrafımızda hep. Biz de boş adamlar değildik tabii sorsan, ama içlerinde basbayağı içeri girip çıkanlar, ciddi ciddi sokaklarda, alanlarda, mahallelerde siyaset yapan çocuklar vardı. Kanat öyle bir adam değildi ama. Hâlâ da değildir.  Zamanında çok güzel kanat oynarmış, sol ayağı da çok iyiymiş. Bir müddet amatörde bir takımda da oynamış hatta. Sonra geçim derdi transfer etmiş Kanat’ı, adı kalmış o yıllardan yadigâr. Hüseyin’dir aslında adı. Zerre kadar ilgisini çekmez siyaset, politika, iktidar, muhalefet. Bir kere başbakan dediğini bile duymadım. Hayata dönüş diyorlardı, cezaevlerine müdahale edip sayısız insanın canını gürültüye getirmişlerdi. Sokaklar kaynıyor, kavruluyordu. Panzerler mahalle aralarında geziniyordu. Gecenin bir vakti kapılar çalınıyor, bir minibüs insanları bilinmeze topluyordu. Eylem üstüne eylem, çatışma üstüne çatışma, sokakların içi asit dolu bir kazan gibi. Yok. Bir defacık olsun “ölüm orucu” dediğini, “yiyorlarmış aslında ondan bu kadar uzun süre ölmemişler”, “kendilerini yakıyorlarmış” diye homurdandığını ya da ne bileyim, bir kerecik, “yazık yahu bu kadar insanın canına” diye üzüldüğünü görmedim, bilmedim. Kanat, kadınların erkekler mutlu olsun diye güzel koktuğu ve hep erkeğini istediği, bir milyardan büyük borcun olmadığı, ligin Galatasaray şampiyon olabilsin diye düzenlendiği, hamam gibi sıcak ve konforlu şeylerin her an herkesçe ulaşılabileceği, belediye otobüsleri ve dolmuşlara bedava binilebilen daracık bir gezegenden dünyamıza yeni bırakılmış gibi bir adamdır çünkü. Saf desem, saf da değil, cingöz işine gelince, işine gelince esnaf, işine gelince abaza. Ama para dışında, ki o da yeni parayla çok sıfırlı olmayan bir para, herhangi bir dünya işinden bir satır bahsettiğini bilmem. O yüzden bir tuhaf geldi hali buluştuğumuzda. Mithatpaşa Köprüsü’nün (Ankaralıların tüm üstgeçitlere köprü dediğini biliyor muydunuz?) altında, Tömer’in önündeki durakta buluştuk. Sarıldık, bir güzel silkeledik birbirimizi önce. Ayrılınca yüzüne baktım, gülüyordu, sevinmişti beni gördüğüne de; ama kederliydi. Birkaç sefer denk geldi böyle, evlendikten sonra. Kaynanası ve kayınçosundan söylenip durmuştu. Gene öyle bir şey sandım, tadım kaçtı biraz. Gidip oturacağız, maziden konuşmak bitince alacak sazı eline, kaynanasından, o gavatın bebesi kazıktan ve karısının onlara nasıl yüz verdiğinden konuşacak, sonra da lafı arkadaşa anlatılabilecek bir mahremiyette tutmaya çalışarak “o işi” bile iyice seyrelttiklerine getirecek, sohbeti kasvete, hicaba boğacak. “Nasılsın Kanat?” diye sordum karşıya geçerken. Dilindeki Tufanbeyli melodisiyle, “İyiyim kardeş,” dedi, “sen nasılsın?” İyi der gibi başımı salladım, hafifçe sırtıma vurarak karşılık verdi bana. Biraz yürüdük sessiz. Eliyle sol tarafı gösterip, “Gel bir çay içelim, iki muhabbet edelim şurda. Karnım da aç biraz, iki simit kırayım.” dedi. Rembetiko’nun eski yerine açılmış simitçiyi gösteriyordu. Şimdi böyle simitçiyken olduğu gibi, birahaneyken de masalar olurdu kapı önünde, dışarıda; o zamanlardaki gibi dışarıda bir masa seçip oturduk eski alışkanlıkla. Rembetiko olduğu zamanlardan beri hiç gelmemiştim buraya. O da okulu, askerliği, işi-gücü düş, en az bir on yıl eder. On yılda on bin kez önünden geçmişimdir ama herhalde.

Bir simit bir de çay söyledi Kanat, ben de bir çay istedim. Ekspres’e gidince mezeye abanırım diye düşünüyordum. Daha bismillah demeden, “Açlık grevlerinden haberin var mı?” dedi gözlerimin içine içine bakarak. Alt dudağıma değecek kadar yakınıma kaldırdığım çay bardağını durdurdum, yavaş bir hareketle aslında sehpa da diyebileceğim alçak masanın üstüne bıraktım. Gözünü bana dikmiş cevap bekliyordu. “Ulan sana ne açlık grevinden zurna, sen cukkandan, kaynananla kayınçondan, bir de ‘o iş’ten başka neye kafa yorarsın ki?” denilecek yerdi; yapamadım. “Biliyorum,” dedim. “Haberim var. Takip etmeye çalışıyorum.” Gözünü gözümden çekip simidine döndü. Başparmakları ne kadar büyükçeydi, tırnakları birer levha gibi duruyordu. Kafama takıldı, sordum: “Hayırdır, sen ilgilenmezdin bu işlerle?” Kenarında ağzından susamlar bıraktığı bardağını masaya koydu sakince. “İlgilendiğimden değil kardeş,” dedi, “Nasıl anlatsam. İçim bir tuhaf.” “Belli” dedim, “Halin de bir tuhaf. Buluştuğumuzdan beri bir acayipsin.” Durdu. Masanın üstünde, şekerliğin yanında duran kutudan bir kağıt peçete alıp önce ağzını sildi, sonra o kısmı içeri katlayıp alnını temizledi. Elinin tersiyle, “Alın bunu!” der gibi yarım simidin durduğu tabağı öne itti hafifçe. “Ben bunlardan bir tanesini tanıdım,” dedi masaya doğru eğilip. Sanki uzaylılardan bahsediyormuş gibi davranıyordu. Hali tuhaftı. “Kimlerden?” diye sordum. Uzaylıların isimlerini söylemeden önce, beni son bir kez gözüyle tartmak istermiş gibi arkasına yaslandı, tekrar eğildi. “Yılmaz var bizim,” diye başladı. “Çocukluktan bilirdim bebeyi. Çorum’un Alevisi, Adile Teyze’nin en küçüğü. Alt komşumuz bizim, bahçelerimiz bitişik. Okuyor dedilerdi, İzmir’e mi, İzmir taraflarında bir yere mi okumaya gitmişti. Sonra hapsa girdi diye lafı geldi. Siyasiymiş. Bizim mahalleyi biliyon, siyasi çoktur bizim oralarda, konumuz komşumuz, hep alışığız bu olaylara. Ben unuttumdu bu bebeyi. Hapisteyken ölüm orucuna yattı demişlerdi. Biz tezgâh açıyorduk daha o zamanlar, hatırlıyon sen de. O vakitler işte. Örgüt mörgüt işlerine benim aklım ermez. Ölmemiş bu çocukcağız. Ne ölüm orucunda, ne jandarma girdiğinde… Almışlar zorla hastanelere götürmüşler, ilaçlar vermişler, yaşatmışlar. Yoksa çoktan ölecekmiş. İyi edince de, ‘hadi’ deyip salıvermişler kitabına uydurup. Aylar sonra getirdiler eve. Sen o zaman bırakmıştın tezgâhı, işe girdindi. Adile Teyze perişan, ağlıyor bahçeye çıkıp içli içli. Kalktık geçmiş olsuna gittik. Yahu kardeş, ben çok garibanlık gördüm, çok zavallılık gördüm de bu kadarını görmedimdi. Kapıdan içeri bir girdim, Allah Allah, adam bir torbacık kalmış. Boyluca, hafif sarıya çalan, diri diri bir oğlandı. Benzi uçmuş, sararmış sanki, ağzının etrafında yaralar sönmüş, elleri ağaç dalı gibi kupkuru kalıvermiş. Geçtik oturduk. Bir sessizlik, bir sakinlik, çıt çıksa ev yıkılacak. Ağzını açtı, anlaşılır anlaşılmaz, ‘Bunlar kim anne?’ dedi. Birbirimize bakakaldık. Sonra anası, çocuğa anlatır gibi anlattı tek tek kim olduğumuzu. Yarım saat ya oturduk ya oturmadık, burnumuzdan geldi o içtiğimiz bir çay. Biz çıkarken hâlâ ‘kim bunlar’ diye soruyordu anasına. Allah kolaylık versin.”

Üzülmüştüm. Hem olana bitene, hem de Kanat’ın bu kadar içlenmiş olmasına üzülmüştüm. “Kurtulanlarda öyle bir hastalık oluyor evet,” diyebildim. “Yere batsın öyle hastalık,” dedi içinden alevden bir top gibi çıkardığı nefesini verirken. Sonra elini masanın üstünde duran sigara paketime doğru uzatırken, “Yakıyom bi tane,” dedi. Aldı, yaktı, çekti, tuttu, üfledi; kederini dışarının sakil havasına saçtı. Devam etti anlatmaya. Yılmaz’ın, ciğerlerinin nasıl çürüyüp büzüştüğünü, günden güne canının nasıl suyunun çekildiğini, her gün nasıl da yeniden tanıştıklarını, o ihtiyar kadıncağızla haftadan haftaya o kemik yığını adamı nasıl yıkadıklarını, o söğüt yaprağı gibi delikanlının nasıl yere dökülen bisküviler için yarım saat ağladığını, anlattı durdu. İçimiz dağlanmıştı. Kanat anlattıkça, hikâyenin başında etiyle buduyla gözümüzün önünde duran adam, son çayları bitirdiğimizde eriyip havaya karışmıştı. Havada ölüm ağırlığı, kesif bir koku gibi asılı kaldı bir müddet. Akşamın sonuna doğru, Kanat, iyi adamın sonunda tabiata mağlup olup ölüverdiği hikâyesini de bitirdiğinden kalktık ağır ağır. Simitçiyi de kapatıyorlardı. Cebeci’de oturmuyordum artık ama yürümek istedim onunla biraz. Kolej’e doğru seğirttik kol kola. “Bilmem kaç sene geçti, o çocukcağız öldü gitti öyle perişan.” dedi karşıya geçerken, “Hani şimdi sorsan, yahu Kanat, yaşasa daha mı iyiydi o haliyle, eh, o da değil. Ama daha baştan bir mesele yok mu bu işte? Bunca insan bu hale gelene kadar, kimsenin mi aklına gelmemiş, ‘be kardeşim yazık bu insancıklara’ demek?” Gelmişti. Kanat o vakitler onluk metro kartlarını kırk beş dakika içinde ikinci kez kullanabilmek meselesiyle daha meşguldü fakat. İnsanlar sokaklarda, başka insanların dikkatini patır patır ölen daha başka insanlara çekmek için neler yapmışlardı. Onları da alıp götürüyorlardı. Televizyonlar vücutları yanmış, uzuvları kopmuş insanlarla, savaş yıkıntıları arasında dolaşan köpekli jandarmalarla, ağzından salyalar akan takım elbiseli adamlarla doluydu. Bir kere başını bir televizyona kaldırdığını, bir gazeteye eğdiğini görmemiştim. Susmaya devam ettim. “Yani,” diye devam etti o da, “Bu insanlar, ne istiyorlar bu kadar kıymetli de canlarından bile geçmişler? Veriversinler gitsinmiş, değer mi bak gencecik insanlar öldü gitti, kalanı da perişan oldu, aileler darmadağın, gözü yaşlı.” Hakkı vardı. Hayatta ne, hayatın kendisinden daha kıymetli olabilirdi ki? Kim ne için ölecek kadar gözü kararmış olursa olsun, hayattaki ne onların feda etmeye hazır olduklarıyla kıyaslanabilir ki? Ne önemi var, hayatlarından vazgeçecek kadar mühim gördükleri şeyin değerini kendi hayatlarımızla mı ölçüp biçip ölmelerinin haklı olup olmadığını konuşalım? Diyemedim bir şey. Susmaya devam ettim. Kanat, gözünün önünde adisinden bir mum gibi eriyerek giden o bozkır sarısı çocuğun kederli hatırasına bir hakikatin farkına varmış görünüyordu. Tek söz edemedim yol boyunca. Cebeci’ye kadar yanı sıra yürüyüp, ordan bir taksiye bindim aksi istikamete doğru. Kaygılar sokak lambası olup yüzüme yüzüme damlıyordu taksinin ön camından. Ne güzel içecektik, Kanat, hayatın her yerde aynı hakikatlerle ama hep farklı hızlarda aktığını hatırlatmıştı fakat. Öleceklerdi. Muhtemelen ölene kadar hiç kimsenin umrunda olmayacaklar, ölmeye başladıktan sonra da bin bir türlü şey yakıştıracaklardı ölümlerine. Bunları bu kadar kolay düşünebiliyor olmak bile içimi ürpertti. Kanat, onca olan biteni, ölüp gideni ancak ölüm gelip de bahçesine bitişik oturunca fark etmişti. Şimdi benim o zamanlardaki halimden bile daha kederli görünüyordu. Önlem alınmazsa, herkesin farkına varabileceği kadar insan ölebilirdi bu hesapla.

Geldim eve, ağzım çaydan keçeye dönmüştü, başım ağrıyordu. Ellinci günüydü. Kötü haberlere uyanmamak muradıyla derin, kâbuslu, mumlu rüyalara yattım karnım tok, sırtım pek. Ancak anlatmak geliyor elimden böyle kuru kuru. İnsanın kanına en çok da bu dokunuyor. 

 

Şapgir'de bu hafta;

Dünya'dan foto haberler

 

 

 

Kategoriler

Şapgir