Jimmy Bond’tan ‘Romantik Bond’a: 50. Yılında James Bond

Can Öktemer, ABD ekranlarından dizi olarak gösterilen Jimmy Bond’dan, giderek karakteri değişen ‘romantik’ Bond’a, 50. yılını kutlayan James Bond’un gelişimini yazdı.

 

Can Öktemer
temercan.ktemer7@gmail.com

Ian Fleming’in 1953 yılında yazmış olduğu Casino Royale romanı ile ilk olarak karşımıza çıkan James Bond, okuyucu tarafından büyük bir ilgiyle karşılaşınca Fleming tarafından seriye dönümüştü. İnsanların Bond’a bu ilgisi karşısında onun sinemaya çok uygun yapısını kaçırmak istemeyen yapımcıların ilgi odağına düşmüştü. James Bond’un ilk ekran macerası  sanıldığı gibi beyazperdeyle başlamadı. 1954 yılında Amerikan televizyon şirketi CBS (Columbia Broadcasting System) tarafından Casino Royale, televizyona orijinaline pek de sadık olmayan bir şekilde uyarlandı. Bond karakterinin uyruğu değiştirilmiş Amerikalı yapılmıştı. Yeni ismi de Jimmy Bond olmuştu. Uyarlama başarısız oldu, fakat Bond’un ekrana uyarlanma serüveni devam eder. Yapımcılar Albert Broccoli ve Harry Saltzman, 1961 yılında Eon Productions isimli yapım şirketiyle Bond’un haklarını Fleming’den aldılar  ve uyarlanacak eser olarak da Dr. No’yu seçtiler. 32 yaşında genç İskoç aktör Sean Connery, James Bond olarak yapımcılara önerilir. Yapımcılar bu genç isimsiz aktöre çok sıcak bakarlar, fakat Connery’a itiraz Ian Fleming’den gelir. Dr. No’yu perdede izleyen Fleming, yapımcılara Connery’nin kendi yarattığı karaktere hiç benzemediği ve fazla erkeksi bulduğunu söyler ama Dr.No gişede çok iyi iş yapar. Bunun üzerine Fleming’de yelkenleri suya indirir. Sean Connery, Dr. No’dan sonra dünya çapında şöhret kazanır ve bu filmden sonra 5 Bond filminde daha oynar.

Sean Connery’dan sonra yapımcılar George Lazenby ile anlaşırlar ama Sean Connery gibi bir oyuncunun ardından Bond filminde oynamanın zorluğunu yaşayan Lazenby, Bond serisinden hemen ayrılır. 1971 yılında Connery bir kez daha Bond rolü için geri döner. Connery’dan sonra Roger Moore, Bond rolünü üstlenir. 1973 yılında oynamaya başladığı Bond rolünü 1985 yılına kadar sürdürür. Roger Moore, aynı zamanda James Bond rolünü yedi kez canlandırarak Bond rolünü şu ana kadar en fazla oynayan aktördür. Moore sonrası yapımcılar, Timothy Dalton ile anlaşır, fakat Dalton tercihi seyirci nezdinde pek de olumlu karşılaşmaz. Timothy Dalton iki filmden sonra Bond rolünden ayrılır ve seriye de uzun bir ara verilir. 1995 yılına gelindiğinden yapımcılar Pıerce Brosnan ile anlaşır. Brosnan, Goldeneye filmi ile ilk kez seyirci karşısına çıktı. Goldeneye filmi büyük ilgi görünce Brosnan iki kez daha Bond rolü ile seyirci karşısına çıktı, fakat aynı ilgi bu iki filmde yakalanamaz.

Bond’un sinemadaki macerası gittikçe cazibesini yitirir. Yapımcılar Bond’un karakteristik özelliklerini sinemaya uyarlandırmak yerine, onu saf bir aksiyon sineması içersine yerleştirmesi karakterin sinemada özel kılan durumunu zedeler. Bond karakterini revize etmek gerekiyordur, yapımcılar hemen kolları sıvarlar. 2000’li yılların ortasında, başka bir casusluk hikâyesi sinemaya uyarlanmıştır. Matt Damon’ın oynadığı Jason Bourne serisi dünya çapında ilgi görür ve  Jason Bourne serisinin Bond serisinden ayrılan en büyük özelliği karakteri bütün insancılığıyla yansıtabilmiş olmasıdır. Yapımcılar yeni Bond serisini bu şekilde ele almak istediklerini açıklarlar ve yeni seri için sarışın, genç bir İngiliz aktör olan Daniel Craig ile anlaşırlar. Serinin fanatikleri, Craig tercihine şiddetle karşı çıkarlar. Onun bu rol için fazla kaba durduğunu söylerler. Ama yapımcılar bu rol için kendilerine güveniyorlardır.  Hikaye olarak da şu ana kadar hiç sinemaya perdesine uyarlanmamış (bir casusluk komedisi olan Peter Sellers ve Woody Allen’ın oynadığı Amerikan uyarlamasını saymazsak) Casino Royale seçilir. Senaryo ekibinin başına da Milyon Dolarlık Bebek ve Çarpışma gibi filmlerin senaristliğini üstlenmiş Paul Haggis getirilir. Seri, baştan aşağıya yenilenmiş yüzü, gözü kanlar içinde kalan daha ötesi aşk için mesleğini bile bırakabilecek bir Bond ile karşımızdadır. Bond’da artık fani insanlar arasına karışmaya başlamıştır artık. 

Romantik Bond

Bond karakterinin başta feministler olmak üzere yerden yere vurulan en büyük özelliği cinsiyetçi ve kadınlara tepeden bakan bakış açısıydı. Bond o bütün kibarlığına, salon erkekliğine rağmen kadınları istismar eden (filmlerin jeneriğinden itibaren başlayarak) ve onları görev icabı kendi çıkarları için kullanan Bond’un kadınlara olan bu tavrı uzun bir süre tartışıldı ama Bond filmlerinde bu eleştiriler hep kulak arkası edildi. Dünya Yetmez filminde Bond’un patronu M. ( Judie Dench) tarafından seksist, mizojen olmakla eleştirilmişti. Brosnan’ın Bond’u ise bu eleştiriler gülerek yanıt vermişti. Ama Bond’un bu tavrı daha ne kadar devam edebilirdi? Seyirci de bu tavırdan eskisi gibi keyif almıyordu.

İşte Daniel Craig’li yeni seride en dikkat çekici özelliği Bond’un kadınlarla olan ilişkisi oldu. Casino Royale filminde Bond’un gönlünü kaptırdığı Vesper karakteri daha önce alıştığımız Bond kızlarına hiç benzemiyordu. Trende tanıştıkları o ilk sahnede Vesper bizzat Bond’un egosuna saldırıyordu ve böylelikle Bond’un flörtöz cümlelerini “Sen kadınları başından atabileceğin bir zevk nesi olarak görüyorsun…”  şeklinde savuşturabiliyordu. Kadın kahramanlardan bu tip karşı hamleler daha öncede pek de karşılaşmadığımız türdendi. Çünkü bildiğimiz Bond filmlerinde kadınlar onun kendilerini baştan çıkarmasına izin verirdi. Vesper karakteri bununla da kalmıyordu elbette onun sınır tanımaz egosuna da haddini “ Burada bana ve senin egona yetecek yer yok…” bildiriyordu. Bond’da artık işlerin artık bu şekilde yürümeyeceğini anlıyordu sanki. Vesper ile bir anda şiddetli bir kavganın ardından şoka giren ve kendini duşta arındırmaya çalışan Vesper’in yanına kanlı gömleğiyle oturması, ona sarılması ya da Quantum of Solace filminde üşüyen Camille’nin ( Olga Kurylenko) sırtına ceketini koyması da aynı şekilde Bond’dan beklenmeyecek duyarlılıktaydı. Sadece bu da değil, Bond’un Vesper’e mesleği bıraktıracak kadar âşık olması da beklenmeyecek türdendi. Venedik’teki final sahnesindeki romantik sekans ise aşk filmlerine taş çıkartacak şekildeydi. Serinin son filmi Skyfall’da ise Bond’un yıllarca kadınlara cinsiyetçi bir biçimde yaklaşmanın cezasını patronu M.’in (yeni serinin en yenilikçi durumlarından biri de M. İle Bond arasında ki ilişkinin derinleştirilmesi olmuştu) emriyle, görev arkadaşı Eve tarafından vurularak ödemiş oldu belki de. Kısacası  Bond artık Yeşim Tabak’ın dediği gibi kadınları anlıyordu. Ama yeni seride değişiklik sadece kadınlarla olan ilişkisinde değildi, kötülerde bildiğimiz kötüler değildi.

Değişen kötüler

Kendisi de ajanlıktan gelme olan Ian Fleming, romanını Soğuk Savaş döneminde yayınladığından, hikayenin merkezinde de dolayısıyla bu atmosfer var.  Bond’un sinemadaki maceraları da bu doğrultuda ilerler.  Bond, Dr.No’dan itibaren filmlerde Kraliçe’nin, İngiltere’nin dolasıyla Amerika’nın komünist düşmanlarını mağlup ederek, dünyayı komünizmden korumuş oluyordu. Soğuk Savaş sonrası ise daha karikatürize edilmiş süper kötüler karşımıza çıktı. Bu kötüler dünyayı ele geçirmek isteyen, acımasız, kural tanımaz karakterlerdi. Ama karakter derinlikleri yeterince işlenmemişti, dolayısıyla inandırıcılıkları da yoktu. Casino Royale ile senaristlerin ele aldığı başlıca konulardan birisi, kötülerin nasıl olacağıydı. Kitapta Ruslarla işbirliğinde olan Le Chiffre, filmde ise küresel terör örgütü olan Quantum için çalışıyordu. Karakteri neredeyse hiç mimik kullanmadan ve duru bir şekilde oynayan Madds Mikkelsen alışıldık kötü karakterlere hiç benzemiyordu. Filmin süprizi sadece bununla da sınırlı kalmıyordu elbette. Seyirci Bond’a işkence eden Le Chiffre karakterini filmin sonunda Bond’un onu öldürmesini beklerken, Bond, Le Chiffre’ye bir fiske bile atamadan, Le Chiffre’nin Quantum örgütü tarafından öldürülmesiyle bitiyordu.  Casino Royale’in devamı sayılabilecek Quantum Of Solace filminin kötü adamı Dominic Greene karakterini oynayan Mathieu Amalric de inandırıcı oyunculuğu ve dozunda kötülüğü ile akıllara kazınıyordu. Serinin şimdilik son filmi olan Skyfall’da kötü adamı Silva karakterini oynayan Javier Bardem eski Bond filmlerindeki abartılı kötü adam karakterine uygun olsa da, hem kötülük yapmasının arkasında yatan sebep, hem de kendi kendisinin parodisini yapması sebebiyle göze batmıyordu.

Cazibesini yitirmeyen karakter

Ian Fleming’in edebiyattan taşarak kendi mitolojisini, kültürünü oluşturarak tam 50 yıldır sinema perdesinde erkek fantezilerini yansıtıyor. Bond sahip olduğu genel kültürüyle, kibarlığı, şık takımları, pahalı arabaları ve klas içki zevki sebebiyle sadece erkeklerin değil –bütün cinsiyetçi bakışına rağmen- kadınların da takip ettiği bir kahraman. Bond bütün bu ambalajlı haline, kapitalizmin hizmetinde olmasına ve İngiltere dolayısıyla Amerika’nın çıkarlarını koruması rağmen bir türlü cazibesini yitirmiyor. Bunun bir nedeni, Bond’un yukarıda bahsettiğim sebepler nedeniyle sadece bir aksiyon kahramanı olmaması. Donanımlı, sofistike ve tam bir salon erkeği olması sebebiyle diğer türdeş aksiyon sineması örneklerinden ayrılıyor. Bond sahip olduğu birçok kötü özelliğe rağmen, sinemada seyirciye sunduğu stilize eğlence, güzel mekanlar, güzel kadınlar ile birçok kötü özellik gözardı ediliyor belki de.  

James Bond, Daniel Craig ile birlikte daha insancıl, kırılgan ve empati kurulabilen özellikle son filmde yaşlanan, çevresindeki kadınların onu demode olarak gördükleri, sakallı, pejmürde,  dayanıklık testlerinde bile başarısız olan, kolundan vurulmanın yarattığı acıyı film boyunca üzerinde taşıyan hatta Freudyen bir tavırla çocukluğuna kadar inilen bir Bond var karşımızda. Haliyle yeni Bond salon adamları kimliğinden fazla uzaklaşmadan ama daha yakınlık kurulabilen bir karakter olarak sinemadaki maceralarına kaldığı yerden ve büyük bir ilgiyle devam ediyor daha da edecek gibi gözüküyor…

 

Şapgir'de bu hafta 

Kategoriler

Şapgir