Devletler, göçmenlik hallerini tanımladığında, bir statü ile belirlediğinde ise göçmenleri geçici ve sınırlı haklarla tanımlıyor, deyim yerindeyse yarı insan yapıyorlar. Böyle yaptıklarında toplumun yeni gelenle ilişkisini de belirliyor, topluma yol gösteriyorlar.
Halkların Köprüsü Derneğinin Kasım ayında düzenlediği, Göçmen ve Mültecilerle Dayanışma Sempozyumuna katılan Suriye göçmeni Nejma Serac, burada yaptığı kısa konuşmasını şöyle haykırarak bitirdi:
“Ben bir mülteciyim! Gerçek bir insanım ben!”
Nejma, ‘gerçek bir insanım ben’ diye çığlık atarken, soyut bir varlık olmadığına, hukukun kendisini görmediğine dikkat çekiyor, beni görün, haklarımı tanıyın demek istiyordu.
Zonguldak’ta yakılarak öldürülen Afgan işçi Vezir Mohammad davasının sanıkları beraat taleplerini “eşimiz, çocuklarımız var” diye gerekçelendirmişlerdi. Nourtani’nin eşi Qamer Gül Meliki, sanıkların bu beyanlarına, “benim çocuklarım çocuk, hayatım hayat değil mi?” diye isyan etmişti.
Her iki kadının çığlığında biz insanız, bizi görün, insan olmaktan kaynaklanan haklarımızı tanıyın vurgusu dikkat çekiyor.
Göç, göçmenlik, adına ne derseniz deyin son dönemlerin en güncel meselesi ve elbette insani bir mesele.
Yeryüzü, yeryüzü olduğunda üzerinde sınırlar yoktu, ne zaman ki insan eliyle yeryüzüne sınırlar çizildi işte o zaman göç, göçmenlik diye bir mesele çıktı ortaya.
Nilgün Toker bir konuşmasında; “Buradaki mesele, o sınırlarla” diyor ve “o sınırların çizilmesiyle başımıza ne geldi, bu sınırlar bize ne yaptı?” diye soruyor ve bu soru ile meselenin temeli, ortaya çıkışı ve çözümü üzerine düşünmeye çağırıyor.
Savaşların, açlığın, ırkçılığın sınır ötesine savurduğu bu insanlar, önce yaşadıkları yerlerde insan olmaktan çıkarılıyor, geldikleri yerlerde de insan olamıyorlar. Toplumun en yoksul kesimlerinin arasında, emekçi mahallelerine yerleşiyor, oradakilerle eşitlenmeye çalışıyorlar ama bunun da engelleri var.
Doğa sınır tanımıyor, mesela rüzgârın sınır ötesine savurduğu bitki tozları, tohumlar uçuşup savruldukları yere tutunuyor, yeniden yeşeriyorlar ama toprağından zorla sürülen, göç etmek zorunda kalan insanlar gittikleri yerlerde hayata tutunamıyorlar, varoluşları nedeniyle sahip oldukları hakları hayata geçirme gücünden, insan olma vasfından yoksun kılınıyorlar.
İnsan olmak, haklara sahip olmak hakkına sahip olmaktır esasında ama insan olmak haklara sahip olmayı garanti etmiyor. Egemenin tanımadığı hak, kimseyi hak sahibi yapmıyor. Devletler, göçmenlik hallerini tanımladığında, bir statü ile belirlediğinde ise göçmenleri geçici ve sınırlı haklarla tanımlıyor, deyim yerindeyse yarı insan yapıyorlar. Böyle yaptıklarında toplumun yeni gelenle ilişkisini de belirliyor, topluma yol gösteriyorlar. Bu statü topluma, “sizden değil, geçici, misafir, yarı insan” mesajlarını iletiyor.
Yabancı düşmanlığı, linç kültürü, ötekine nefret, ırkçılık gibi bir altyapıya ve tarihsel mirasa sahip bir toplum bu mesajları sorgulamadan alıyor, içselleştiriyor ve yeni gelenle ilişkisini bunun üzerinden kuruyor. Artık toplum içinde ayrıma uğrayan uğramayan herkesin ötekisidir göçmen.
Beden gücü gerektiren, kimsenin yapmak istemediği en ağır işleri, en düşük ücretlerle yapıyorlar. Çoğu kayıtsız, hastaneye bile gidemiyorlar, sınır dışı edilme korkusu ile haklarını talep edemiyorlar. Sınırsız sömürüye açık, sınırsız kârlılığın en büyük kaynağıdır onlar.
Sağlık hakkından, eğitim hakkından, talep etme hakkından yoksunlar. Sekiz yaşındaki Afgan çocuk bacağını pres makinasına kaptırıyor, haberlerde ismini bile öğrenemiyoruz. Çocuk emeği sömürüsü had safhada.
Köle emeğinin yerini modern köleler dediğimiz göçmen işçiler almış durumda.
Türkiye tampon ülke konumunda ve dünyadaki en büyük göçmen nüfusuna sahip çünkü sermayenin köle işçiye ihtiyacı var.
Türkiye’de çalışma rejimi o kadar vahşi hale geldi ki göçmenlerin dirisi kadar ölüsü de kazanç sağlama aracı haline getiriliyor. Göçmenleri kayıtsız çalıştırıyor, ağır cezalardan kurtuluyorlar. Sermayenin sömürülmeye en açık yedek ordusu onlar.
İktidarın göçmenlere sahip çıkıyormuş görüntüsünün altında sermayeye güvencesiz ucuz emek sağlama politikasının sağladığı yarar var. Bunun yanında iktidar, göçmenleri kitlesel göç silahı olarak kullanıyor, onlar üzerinden pazarlıklar yapıyor. Bu sayede batıdan sıcak para akıyor.
Bir de iç siyasette elini rahatlatmak, toplumun dikkatini başka taraflara çekmek, baskıyı arttırmak, toplumun bir kesimine gözdağı vermek istendiğinde pogrom boyutlarına varan linç girişimleri devreye sokuluyor.
Kapitalizmin her an sömürülmeye hazır yedek işçi ordusuna ihtiyacı var. Bu nedenle artık göçü transit ülkede durdurmak yerine başlangıç ülkede durdurmak sistemine geçiliyor.
Bu amaçla kamplar, göçmen adacıkları oluşturuluyor, buralarda genç insanlar kapitalizmin ihtiyaç duyduğu yedek işçi ordusunu, nitelikli iş gücünü oluşturmak için eğitiliyor, geçici sözleşmelerle kapitalizmin hizmetine sunuluyor.
Dünyanın gidişatı, göçmen sorununun ve dolayısıyla ırkçılığın artacağını gösteriyor.
Birlikte yaşadığımız herkesin insan olmasını kendi insanlığımızın temel sorunu olarak kabul ederek, diğerini değersizleştirmeden eşitler arası bir ilişkiyi savunan dayanışma dilini oluşturabilerek bozabiliriz belki bu kirli oyunu.
Çünkü bu düzen sadece göçmenleri değil hepimizi tehdit ediyor.