Bakırhan'ın AKP’ye yaptığı bu çağrı boşuna değil çünkü başta Erdoğan olmak üzere AKP yetkilileri sanki bu işin içinde değil de kıyısındaymış gibi bir tavır içerisindeler; işler bekledikleri ve umdukları gibi gitmezse kendilerini hemen dışarı atacak bir pozisyonda kalmak istiyor gibiler. Toplum karşısında bu süreci bütünüyle sahiplenmekten kaçıyor; sanki kendilerinin yapacak bir şey yokmuş, bütün iş kendileri dışındaki aktörlerin omuzlarındaymış izlenimi veriyorlar.
Geçen haftaki yazıda Numan Kurtulmuş’un Türk-Kürt birlikteliği için çizdiği militarist, fetihçi perspektifin sakıncalarından ve bunun yarattığı endişelerden bahsetmiştik. Kurtulmuş, “Sultan Alparslan'ın Şeybanilerle, Mervanilerle yani Kürt olan ahaliyle yaptığı ittifak ve o ittifakın sonucunda Anadolu’nun baştan aşağı Müslümanlaşmasından” ve sonucu Alevi katliamlarına çıkan “Şah İsmail'e karşı Yavuz Sultan Selim ile İdris-i Bitlisî’nin yapmış olduğu bir büyük ittifaktan” bahsetmişti. DEM Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan’ın Salı günkü grup toplantısında kullandığı aklıselim ifadeler Kurtulmuş’un adeta antitezi gibiydi. Şöyle dedi Bakırhan: “Bizim rotamızı Türkiye halkları belirlesin. Barış ve demokratik toplum çağrısı bizim rotamız olsun. Demokratik bir cumhuriyet rotamız olsun. Kürdün Alevi’nin eşit yurttaş olduğu bir rota bizim rotamız olsun…Bu topraklarda Türk var, Kürt var, Alevi var, Sünni var. Toplumun her renginden insanlar yaşıyor. Dolayısıyla bu toprağın bütün renklerine uygun bir yaklaşım içerisinde olabilirsek rotasını en doğru yere sürükleyen bir halde olabiliriz…Demokratik ulus mutabakatıyla gerçek bir eşitlik zemini kurabiliriz… Demokratik bir Ortadoğu demokratik bir Türkiye geçmişte belki hayaldi ama emin olun bu son süreçle birlikte hayal değil.”
İşte kurulması gereken yeni düzenin çıkış noktası bu anlayış olmalıdır; yoksa, yenmek-yenilmek, fetih, ele geçirmek, galebe çalmak değil.
Bakırhan, süreç hakkında konuşurken güveni tesis etmenin, toplumu süreç konusunda bilgilendirmenin ve ikna etmenin öneminin ve bunun için başta iktidar ortakları olmak üzere herkesin sorumluluk alması gerektiğinin altını çizdi. Bakırhan'ın AKP’ye yaptığı bu çağrı boşuna değil çünkü başta Erdoğan olmak üzere AKP yetkilileri sanki bu işin içinde değil de kıyısındaymış gibi bir tavır içerisindeler; işler bekledikleri ve umdukları gibi gitmezse kendilerini hemen dışarı atacak bir pozisyonda kalmak istiyor gibiler. Toplum karşısında bu süreci bütünüyle sahiplenmekten kaçıyor; sanki kendilerinin yapacak bir şey yokmuş, bütün iş kendileri dışındaki aktörlerin omuzlarındaymış izlenimi veriyorlar. Şimdi de öyle bir şeyin gerekli olduğunu kastetmiyorum ama örneğin geçen süreçte hatırlayacağınız gibi bir akil insanlar grubu oluşturulmuştu ve bunlar çeşitli illerde halkı bilgilendirme ve ikna toplantıları yapıyorlardı. Dediğim gibi bunu ‘Mutlaka şimdi de böyle yapılsın’ diye söylemiyorum, belki iyi bir fikir değildir; fakat söylemeye çalıştığım iktidarın o zamanın tersine bugün toplumu sürece ikna etmek için pek bir çaba içinde olmadığıdır.
Daha evvel de söylediğim gibi bu gibi süreçlerde şeffaflık, dozu doğru tutturulması gereken bir etken. Tarafların bütün müzakerelerini, tartışmalarını, pazarlıklarını kamuoyu önünde yapmaları beklenemez; hatta ego çatışmalarına, güç gösterilerine yol açacağından zararlı bile olabilir. Gelgelelim, kamuoyunun, toplum kesimlerinin masanın üzerindekiler konusunda yeterli ve güvenilir bilgi sahibi olmaması da sürecin tamamına ermesi için bir risk oluşturabilir çünkü bütün kesimler “taviz” olarak gördükleri başlıklara hazırlanmazlarsa güçlü bir tepki verebilirler. Öte yandan, tam tersi bir yorum da yapılabilir. “Bu tür ‘tavizler’ konuşuldukça yaratacağı tepki büyür, bir kereden ani bir şokla gerçekleştirmek daha iyi olur”, diyen de olabilir. Doğrusu, toplumsal dinamikleri önceden kestirmek çok zor, olaylar anlık olarak değişebilir olsa da ikinci seçenek, yani “şok tedavisi” kanımca oldukça riskli olur. Dolayısıyla, süreç hakkında asgari bir şeffaflık sağlanması daha sağlıklı olacaktır.
Manzaranın diğer tarafına bakacak olursak, iktidara muhalif kesimin bir kısmı da daha evvel birçok bağlamda yaptıkları gibi, DEM Parti’yi ve “Kürtleri” demokrasi davasından vazgeçmekle, amiyane tabirle muhalefetin kendisi dışında kalan kısmını satıp Erdoğan ve AKP’yle anlaşmakla “suçluyorlar”. Hatta, bunun için olmadık fırsatları kaçırmayıp, haksız yorumlarda bulunuyorlar. Mesela, geçen haftaki Sosyalist Enternasyonal toplantısında DEM Eş Başkanı Tülay Hatimoğulları’nın “İmamoğlu’na özgürlük” pankartını kaldırmadığı bir andan yola çıkarak, DEM Parti’nin “ihanetinden”, “Sosyalist Enternasyonal’den atılmasından” bahsedenler oldu. İmamoğlu alındığı günden beri DEM Parti yetkililerinin defalarca açık İmamoğlu’na destek beyanları ve son örneğini yukarıda andığım demokrasi vurguları ortadayken onları görmeyip pankart kaldırma gibi sembolik bir eyleme bakarak bunu söylemek en hafif tabirler haksızlık, biraz dozu arttırarak söyleyecek olursak kötü niyettir.