Hukukçu, yazar ve Kürd Araştırmaları Dergisi koordinatörü Fırat Aydınkaya’ya, son İmralı sürecinde tekrar gündeme gelen 1924 Anayasası ve Lozan Antlaşması’na Kürtlerin neden itiraz ettiğini ve şu anda konuşulan yeni anayasayla ilgili Kürtlerin taleplerini sorduk.
PKK’nin fesih bildirisinde şöyle bir cümle var: “Partimiz PKK; kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı.” Zaten biliyoruz ki, Kürt hareketi her zaman bu iki antlaşmayla ilgili olarak sıkıntılarını dile getirdi, getiriyor. Buradan iki soru doğuyor: Birincisi “Kürtlerin 1924 Anayasası ile ilgili sorunu tam olarak nedir ve nedendir?”
Cevabı basit: Mustafa Kemal, kendisi ile ilgili konuştuğu zamanlarda ‘doğuşumda bir ayrıcalık varsa Türk oluşumdan ibarettir’ diyordu. Ve ikincisi, yine kendisinden bahsettiğinde ‘vatanım Selanik ve orada anam, kardaşım, bütün akraba ve taalukatım.. düşmana hibe edilmiş’ diyordu.
Mesele tam da buradan başlıyor aslında: 1924 anayasası, ‘Türklüğün milleti hakime haline getirilip’ diğer halklara efendi olarak dayatıldığı kurucu bir hukuki metindir. Mustafa Kemal’in ifadesiyle Türk’ün ayrıcalıklı kabul edildiği, ona ebedi bir yurt hibe edildiği bir metin.
Öbür yandan modern anayasa hukuku, ruhunu toplumsal sözleşmeden alır biliyorsunuz. 1924 anayasasında ne toplum var, ne sözleşme var ne de birlikte yaşama ruhu var. Kılıç hakkı metne dökülmüştü, hepsi bu.
Sonrası mı? Dönemin Adalet bakanının dediği gibi, bu ülkede yaşayan herkesin biricik vazifesi ‘ayrıcalıklı Türk’e hizmetçilik yapmaktı. Ülkenin en önde gelen idari ve askeri bürokratları, doğu’yu yani Kürdistan’ı, İngilizlerin Hindistan’ı idare ettiği gibi yönetmeyi vazediyordu. Zaten arkası çorap söküğü gibi geldi, Kürt ve Kürdistan kelimeleri yasaklandı, Kürtler ‘olası insan’ olarak de-humanize görülüp anayasanın dışında bırakıldı.
Bir mukayese: Fransızların kolonyal idaresi, kendi egemenlikleri altındaki yerli Afrikalıların hayatlarının her yönünü yönetmek için Code Noir ismiyle bir mevzuat geliştirmişti. İsteyen bu metnin detaylarına bakabilir ama bizi ilgilendiren en önemli hukuksal boyutu şudur ki, bir insanın hukuki şahsiyeti onun insanlığından tamamen ayrıştırılabilirdi. Yani birisi pekala medeni olmayan bir kişi olarak tanımlanabilir ve o hukuksal güvenliğin dışında tutulabilirdi.
Code Noir Afrikalı yerliler için neyse 1924 anayasası Kürtler için odur. Son cümle: Türkiye’de esasen başka anayasa yoktur. 1924 anayasası ve onun güncellenmiş versiyonları vardır.
Devamında, bildirgede “1924 Anayasası öncesi” denilerek kast edilen dönemdeki anayasalar, Kürtlere ne vermişti reel olarak ve yasal olarak?
Hiçbir şey. Belki de en iyi ihtimalle bir parmak bal çalmıştı diyebiliriz, o kadar. Doğrudur, Teşkilatı Esasiye Kanunu (1921), Vilayet yönetimi için bir kısım ilkeler koymuştu. Zaten metni kıymetli kılan da metinde geçen ‘muhtariyet’ ifadesi. Bu muhtariyet her şeyden önce yerelden örgütlenen idari bir şema öngörüyordu. Ne var ki, basit bir metin okuması yaptığımızda dahi bunun, Prens Sebahattin’in ademi merkeziyetçiliği gibi amorf, merkezin sıkı presi altında ve Kürtsüz bir bağlam önerdiğini görürüz. Bununla birlikte bu muhtariyet idaresini de Umumi Müfettişliğe zimmetliyordu.
Bilmeyenler için söyleyelim: Umumi müfettişlik bir koloni idaresiydi. Efendi- köle hukukunun bütün inovasyon süreçleri bu kurumda toplanmıştı.
İkinci sorumuz ise doğal olarak Lozan Antlaşması’yla ilgili itirazları nedir ve nedendir?
Bu sorunun cevabının birkaç veçhesi var. İzninizle birkaç amilin altını çizmek isterim. Son tartışmalarla bir kez daha gördük ki, Lozan sözleşmesi kendisini bu ülkenin kurucu sahipleri görenler için açık bir fetiş unsuru. Bu kesimler sözleşmeyi bir tapu senedi görüyor. Yine bu kesimler sözleşmeyi, Sevr sözleşmesinin yırtıp atılması şeklindeki rövanşı olarak görüyor.
Kürtlerin büyük çoğunluğu ise Lozan sözleşmesini, 1639 Kasrı Şirin antlaşmasıyla başlayan uğursuz bir sürecin finali olarak okuyor. Haksız da değiller. Zira Kasrı Şirin metni ile yurtları ikiye, Lozan metni ile dörde bölündü. Bu pek tabi ki ulusal bir travma Kürtler için. Nasıl ki Sevr anılan kesimler için bir travma ise Lozan da Kürtler için bir travma. İki travmanın carpışmasından nasıl bir haleti sulh çıkacak, kestirmek zor.
Öte yandan Lozan sözleşmesine itiraz etmek modern Kürt siyasetinin kurucu kanonlarından biridir. Zira bu sözleşmeyi Kürt siyasetleri, Kürtlerin hem ulusal hem de uluslararası çapta inkarının kurucu belgesi olarak görür. Özetle birisinin tapu senedi gördüğünü, öbürü ölüm fermanı olarak görüyor.
Günümüze geldiğimizde ise Kürt siyaseti tapu senedinde yenilenme veya şeriklik talep ediyor, hiç değilse tapuya şerh istiyor.
Buna bağlı olarak, Lozan Antlaşması, Ermeniler, Yahudiler gibi azınlıkların haklarını güvence altına alan bir antlaşma. Zaman zaman kullandırılmasa da. Şu anki siyasi yapılanmasında azınlıklarla beraber hareket eden bir Kürt siyaseti, Lozan’a karşı çıkarken, neyi amaçlıyor olabilir ya da nasıl açıklıyor bu durumu?
Şüphe yok ki, Kürtler açısından Lozan’ı tartışmak fabrika ayarlarına geri dönmeyi önvarsayar. Öte yandan bahsettiğiniz azınlıklar için bu metnin kısmi de olsa bir hukuki koruma sağladığı açık. Ancak mülkiyet, vakıf veya dini otoritelerin statüsü konusunda ihlallerin boyutuna bakıldığında bu metnin tam teşekküllü bir koruma sağlamadığı da herhalde açık. Tam koruma sağlaması için bu konuların yüksek sesle tartışılması elzem.
Kürtlerin Lozan sözleşmesini tartışırken bahsettiğiniz azınlıkların hukuksal statüsünü lağvetmek gibi bir düşüncesi yok. Sadece kendi sırtlarına yediği Lozan kazığını çıkarmakla meşguller, hepsi bu.
Hızlıca günümüze gelelim: Öcalan ve devlet nasıl bir anayasa için “anlaştı”?
Öcalan ile devletin bir anayasa üzerinde “anlaştı”ğı iddiası bana aşırı bir yorum gibi geliyor. Fakat evet kamuoyuna yansıdığı üzere bazı konular üzerinden anlaşıldığı da bir vakıa. Peki nedir bunlar?
Kürt hareketinin silahlı kanadının behemehal silah bırakması. Ve ikincisi PKK’nin kendisini feshetmesi. Ha şu da var: Gerek Öcalan ve gerekse örgütünün açıklamasında Türkiye’nin toprak bütünlüğüne bağlı olduklarını da açıkladılar. Dolayısıyla Kürt hareketi sadece şiddeti bırakmakla kalmadı, yarım asırlık ömre sahip partisini feshetti ve ayrıca ideoloji-politik olarak Türkiye’nin fiziki sınırlarıyla bir sorununun olmadığını teyit etti.
Bütün bunları biliyoruz. Esas mesele bilmediklerimiz de düğümleniyor sanıyorum. İşin rasyonalitesi gereği pek çok insan şunu soruyor: Kürt hareketi neyin karşılığında kendi kurucu değerlerini askıya aldı?
İzninizle bu konuda birkaç şeyin altını çizmek isterim. Hareketin silahlarını bırakmasını kesinlikle isabetli hatta geç kalmış bir karar olarak görüyorum. Partinin kendisini feshetmesini de yerinde bir karar olarak görüyorum. Zira Kürt hareketinin mobilize ettiği şiddet, Kürt davası için taşınması zor bir yüke dönüşmüştü. Kürt davasının şiddet olmaksızın vitrine çıkmasının vakti çoktan gelmişti.
Burada tartışılması gereken öncelikli şey benim açımdan “şiddet tekeli”. Soru şu: Devlet bu şiddet tekelinin felsefesine ne ölçüde Kürtleri dahil edecek? Bir başka ifadeyle Kürtlerin fiziki ve hukuksal güvenliğini, Türk ulus-devlet yapılanması nasıl sağlayacak? Mesela Kürdistan’da “ikili devlet” şeklinde organize edilen askeri bürokrasi, güvenlik otoritesi ne şekilde değişecek, lağvedilecek mi?
Anayasa meselesine gelince: Biliyorsunuz sürecin mimarlarından Bahçeli geçen gün ilgi çekici bir şekilde “yeni bir kimlik”ten bahsetti. Türk ulus devlet yapılanmasını bilenler, “kimlik” mefhumunun mutlak ve kutsal bir mesele olduğunu yakinen bilir.
Üstelik bunun tarihçesi cumhuriyeti dahi aşan bir soykütüğe yaslanır. Osmanlının velud paşalarından Cevdet paşa devlet katlarında “unsur-i asli” kavramını ilk kez dillendirenlerden biriydi. O tarihten bu yana unsurlar hiyerarşisi içinde “unsur-i asli”nin bir Tanrı sıfatı gibi korunduğu, ona şirk koşanların akıbetinin ne olduğu malum.
Bu bahiste konuşacağımız bir başka şey ise özünde bir “Türk demokrasisi” olarak kurgulanan kimlik/devlet yapılanmasının esneyip esnemeyeceği meselesi. Bir başka söyleşimde bunu ima babında şu soruyu sormuştum: Ziya Gökalp’ın mefkuresi hiyerarşisizleştirilebilir mi? Bu konuda iyimser olmak için henüz erken. İlaveten Spivak’ın “ikili zihin” teorisinden bahsetmiştim. İkili zihin diyordu Spivak, “iki özne konumunun eş zamanlı olarak hem karşıt olduğu hem de birbirini inşa ettiği bir ikiliği içerir”. Süreç buna evrilir mi, bunda da iyimser olmak hayli zor. Zor çünkü M. Kemal’in deyişiyle “yeni Türkiye’nin istinadgahı Türkçülük” olarak koyulmuştu. Bu istinadgahın değişme olasılığı sanıldığı kadar kolay değil.
Öte taraftan doğrudur, Gökalp ‘Türkü sevmeyen Kürt olamaz’, ‘Kürdü sevmeyen de Türk olamaz’ diyordu. Fakat Kürtlüğü asimilasyon odasına alan; Türklüğün na-medeni şubesi olarak formüle eden de kendisiydi. İlaveten misak-ı milli hudutlarını Halep, Musul önlerine kadar genişleten de oydu. Ondan mülhem bu genişleme fikrinin şu an yeni ittihatçı elitin hayallerini okşadığı da bir gerçek. Çok özetle onun fikirleri eğer yeni anayasayı domine edecekse unsur-i asli mefkuresinin yerini koruyacağını, bir ihtimal bu unsur-i asli mefkuresinin dairesinin genişletilerek, Kürtlerin, Türklüğün bir şubesi biçiminde de-facto olarak buraya monte edileceğini düşünenlerdenim.
Uyarı kabilinden bir hususun altını çizmeme de izin verir misiniz?
Tabii buyrun lütfen.
Yüz yıl önce Kürtlerin önde gelenleri ile Cumhuriyetin elitlerinin ilişki biçiminin fazlasıyla bugünü andırması beni kaygılandırıyor açıkçası. Cemilpaşazade Mustafa paşa mesela adaşı olan Mustafa Kemal’i beklenen Mehdi olarak görüyordu. Keza Abdullah Cevdet onu ‘nübüvvet-i akliye’ ile gelen asri peygamber olarak selamlıyordu. Mustafa Kemal, Kürtleri yanına çekmek için İngiliz tehdidi ve büyük Ermenistan korkusunu işliyordu. Kürdistan Teali Cemiyeti lideri Seyyit Abdülkadir asılmadan beş yıl önce kendisine Kürtlerin ulusal haklarını hatırlatanlara, “zor zamanlarda Türklere sırtımızı dönemeyiz” diyordu. Yine asılmadan dört yıl önce Bitlis mebusu Yusuf Ziya bey, ‘bir Kürt mebusu olmak sıfatıyla sizi temin ederim ki, Kürtler hiçbir şey istemiyorlar’ diyerek teminat veriyordu. Şimdilerde değişen tek şey isimler sanıyorum ve bir de Büyük Ermenistan-İngiliz karşıtlığı yerine büyük İsrail-Amerikan karşıtlığı. Kabul edelim ki bu kadar benzerlik fazla ve ürkütücü.
Kürtler ya da Kürt kamuoyunun sesi duyulmuyor, nasıl bir anayasa istiyorlar, beklenti nedir?
Görebildiğim kadarıyla hareketin silah bırakması ve kendini feshetmesi meselesini Kürt kamuoyunun büyük çoğunluğu müspet buluyor.
Fakat problem şu: Hiç de azımsanmayacak bir kesimde Kürtlük taleplerinin, Kürdistani beklentilerin ortada kaldığına dair bir endişe söz konusu. Kürt yetkililerin, sürecin muhtevasına dair son derece ketum ve teknokratça davranması da bu endişeyi harlıyor. Öbür yandan devlet yetkilileri ise M. Kemal’in, Şeyh Sait isyanını bastırdıktan hemen sonra kaleme aldığı teşekkür metnindeki ifadelerle süreci yönetmeleri ise dikkat çekici. Bu rezonans farkı soru işaretlerini arttırıyor.
Hareketin ileri gelenleri elbette mücadele geleneğinden, örgütlenme perspektifinden dem vurup duruyor. Fakat en basitinden politik söylem düzeyinde dahi muhtariyetin, kültüralizmin reddi ortaya atılırken, Kürt davasının ezeli ve haklı taleplerinin müzakereye konu olmaması çok ciddi ve eleştirilmesi gereken bir sorun. Bundan sebep şu günlerde politik Kürt kitlesinin duygu durumunu tam da Şirazlı Sadi’nin dizesine selamla izah edebiliriz sanıyorum: ‘Yek katre-i hêvî (hûnest), sâd hezârân endîşe’.
Kürt siyaseti bir ölçüde Kürt taleplerini dillendirmemekle, onu fitnekar gözlere sokmamakla sonuç alabileceği şeklinde post kolonyal bir üslup tuturmuş durumda. Bu post kolonyal üslubun siyaseten sonuç alabilmesi bana zor görünüyor. Hele ki kolonyal okumalar tarihe geri dönerken, Sykes-Picot düzeneği patlamışken, yeni ittihatçı kadroların fetih iştahı ayyuka çıkmışken, Kürt davasını post kolonyalizmin peltek diliyle çözmeye çalışmak bana pek de gerçekçi gelmiyor açıkçası.
Fakat her durumda Kürt davasının kurucu mottosu olan Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı bir başka bahara kalacağa benziyor.
Şu anda Meclis’teki temaslar, aynı zamanda oluşan anayasa grubu vs. ve Kürtlerle anlaşma düşünülünce, bizi nasıl bir anayasa bekliyor? Herkesi mutlu edebilmesi mümkün mü?
İzninizle ben karşı bir soru ile cevap vermek isterim: Muhalefet öbekleri neden Kürtlerden mutluluk hormonu rolü oynamasını bekliyor acaba! Ayrıca Kürtlerin endişe kat sayısı sayısı tavanken, bir başkasını nasıl mutlu edecek!
Bununla birlikte sömürge bir ulusun mücadelesinin biricik amacının hakim ulusu demokratikleştirme olduğunun örneği tarihte yoktur. Londra’nın, Paris’in, Berlin’in müreffeh birer demokrasi üssü olması, mutlu insanların diyarı olması Mandela’nın, Gandi’nin, Fanon’un en fazla hümanist bir temennisi olabilirdi; gerisi umurlarında bile olmazdı.
Bu konular konuşulurken aklıma hep Kipling’in meşhur dizeleri gelir. Hani şu kolonyal ırkçılığın imgesel manifestosu sayılabilecek şiiri olan ‘Beyaz Adamın Yükü’ şiirinde der ya ‘hafiflet beyaz adamın yükünü’ diye. Kürtler şairin deyişiyle neden ‘ağır boyundurukları altında vazife bekleyen’ bir halk olarak görülüyor. Kürtler neden beyaz adamın demokrasi yükünü yüklesin. Kürtler neden hakim proleteryanın devrimci yükünü yüklensin. Kürtler neden muhalefet gruplarının yükünü hafifletsin.
Ha şu da var elbette. Kürt hareketi otonomi, federalizm, kültüralizm taleplerini rafa kaldırdığına göre yani özgürlük ütopyalarının yerine eşitlik fikrini kabullendiğine göre ne tür bir eşitlik fikrini önerdiğini açık etmesi gerek tabi. Tersi bağlamda yüzyıllık kolonyal tahakkümü cari kılanların da vaad ettiği eşitlik felsefesini bize anlatması gerek. Bu eşitlik formülasyonu kimler için geçerli olacak, hangi yasal ve anayasal düzlemlerde cari kılınacak, bunları göreceğiz.
Son söz: Sulh iyidir, adil sulh en iyisidir.