FETHİYE ÇETİN

Fethiye Çetin

GELECEĞE BAKMAK

Hatırlamak ihtiyaçtır

Anlatmaya devam etti. “Babam sık sık elimden tutar beni çarşıya götürürdü, dükkanının önünden her geçtiğimizde Poto Saatçi elindeki işi bırakır, dışarı fırlar, babamın önünde iki büklüm olur elini öperdi. Ben şaşırırdım çünkü saatçi ihtiyardı, babam onun çocuğu yaşındaydı, el öpmesi gereken biri varsa o da babam olmalıydı. Bir gün dayanamayıp sordum, şöyle anlattı babam: ‘Ermenileri toplayıp götürürlerken deden o zaman küçük bir çocuk olan bu Poto Saatçiyi kafleden almış, alırken de ben bu çocuğu tanırım, Ermeni değil, Süryanidir o demiş ve böylece hayatta kalabilmiş Poto, henüz Süryanilere dokunulmadığından. Bu nedenle dedene ve sonra da bana çok saygı duyar, her gördüğünde gelip elimizi öper’ dedi."

Telefonda kendini tanıttığında şaşırmıştım. Aynı şehirden ve aynı meslekten olmamıza rağmen siyasi görüşlerimiz arasındaki uçurum nedeniyle farklı kutuplarda konumlanmıştık ve bu nedenle uzun zamandır görüşmemiştik. Yaşça benden büyüktü, ‘buyur Metin Abi’ dedim.

Kısa bir hâl hatır faslından sonra hemen konuya girdi ve “kitabını okudum” dedi. 

Dokuz yaşına kadar ailesiyle yaşadığı köyünden çıkarıldıkları ölüm yürüyüşünde çocuk gözleriyle sayısız vahşete tanık olmuş, sonrasında annesinden zorla koparılıp Müslümanlaştırılmış, adı Heranuş iken Seher olmuş, farklı kimlikle yıllarca suskun yaşamış anneannemin hikâyesini anlattığım 'Anneannem' isimli kitabımdan söz ediyordu. 

Sonra ‘çok etkilendim’ dedi bir süre sustuktan sonra ama…” diye başladığında bildik tartışmanın canımı sıkacağını düşünerek kendimi duyacaklarıma hazırladım. 

Önce, ‘ama Ermeniler’ diye başlayan, resmi anlatının bildik birkaç cümlesini arka arkaya sıralamıştı ki araya girip ‘ama çocukların, Heranuş’un, Maryam’ın, Horen’in ve diğerlerinin ne suçu vardı Metin Abi?' dedim, yine bir süre sustu ve ardından “Poto Saatçiyi hatırlıyor musun?” diye sordu. ‘Hayal meyal’ diye karşılık verdim, sözün buraya niye geldiğini merak ederek (Poto, Anadolu’da ‘kısa boylu’ anlamında kullanılır).

Anlatmaya devam etti. “Babam sık sık elimden tutar beni çarşıya götürürdü, dükkanının önünden her geçtiğimizde Poto Saatçi elindeki işi bırakır, dışarı fırlar, babamın önünde iki büklüm olur elini öperdi. Ben şaşırırdım çünkü saatçi ihtiyardı, babam onun çocuğu yaşındaydı, el öpmesi gereken biri varsa o da babam olmalıydı. Bir gün dayanamayıp sordum, şöyle anlattı babam: ‘Ermenileri toplayıp götürürlerken deden o zaman küçük bir çocuk olan bu Poto Saatçiyi kafleden almış, alırken de ben bu çocuğu tanırım, Ermeni değil, Süryanidir o demiş ve böylece hayatta kalabilmiş Poto, henüz Süryanilere dokunulmadığından. Bu nedenle dedene ve sonra da bana çok saygı duyar, her gördüğünde gelip elimizi öper’ dedi." 

Bunun üzerine “Çoluk, çocuk koca bir halkın kökü kazınmış ama biz hâlâ inkâr ediyoruz, inkâr etmesek de mazeretler ardına sığınıyoruz. İnsanları yok etmekle kalmamış, manastırlarını, kiliselerini bütün izlerini de yok etmişiz” dedim. "Elazığ’daki Ermeni Kilisesini bilirsin, sadece bir duvarı o da kalıntı olarak ayakta, yıkılmış ve o boşluk otopark olarak kullanılıyor" diye ekledim.

Dinledi, önce içini çekti sonra boğazını temizledi, “çok üzücü şeyler yaşanmış keşke yaşanmasaydı” dedi ve bu cümle konuşmamızın son cümlesi oldu, tekrar görüşme dilekleriyle kapattık.

Sonra uzun uzun düşündüm, bu konuşmanın gösterdiği gibi soykırımı yaşayanlar ve yaşatanlar ölmüş olsalar dahi, aile büyüklerinden duyduklarıyla Metin Abi gibi herkes neler olduğunu, Ermenilerin, Süryanilerin başına neler geldiğini biliyor. Ben çocuklardan söz edince Poto Saatçi’yi anlatması da çocukların başına neler geldiğini biliyor olmasından. O halde sorulacak soru şu, neler olduğunu bildikleri halde bu insanlar neden resmi anlatı dışında bir cümle kuramıyorlar? 

Örnek verdiğim olayda olduğu gibi toplumun eğitimli, meslek sahibi kesimi nasıl oluyor da bildiği, öğrendiği olaylar üzerine düşünmüyor, sorgulamıyor, aralarında bağlantı kuramıyor ama konu açılınca da muktedirin diliyle cevap veriyor? Konuyla ilgilenenler bu durumu yargı yetisinin, değerlendirme ve karar verme yetisinin kaybı olarak tanımlıyorlar. 

Kamusal alan yok edildiğinde, bu yetinin de köreldiğini söylüyorlar. Çünkü yargı yetisi ancak diğerleriyle birlikte diğerleriyle tartışarak, konuşarak beslenen, gelişen bir şey. 

Tahakkümcü rejimler kamusal alanı ele geçirip iğdiş ediyorlar, sürekli beka korkusu ile insanların karar verme yetisi ortadan kaldırılıyor. Soykırımın çok katı biçimde inkârı kamusal alanda konuşulacakların sınırlarını da belirliyor. Karşılaşma alanlarımız, karşılıklı konuşma alanlarımız yok ediliyor.  

Konuşmak en azından iki tarafı gerektirir. Konuşmak için karşılıklı gelebileceğimiz, birlikte düşünebileceğimiz, birbirimizi dinleyebileceğimiz alanlar gerekir. O halde ne yapabiliriz? Elimizden alınan karşılaşma alanlarımızı yeniden ve nasıl kurabileceğimizi tartışmakla başlayabiliriz işe belki.  

Yargı yetimizi, karar verme yetimizi yeniden kazanabileceğimiz karşılaşmaları, tartışmaları teşvik etmeliyiz. Geleceğimizi kurmak için buna ihtiyacımız var. 

Geçmişi hatırlamak, geçmişi tartışmak geçmişe dair bir şey değildir. Geleceğimizi kurmakla ilgilidir.

Hatırlamazsak ve layıkıyla tartışmazsak hep yeniden oluyor, bunu biliyoruz.