Babamın babası dedem Istepan 1915’te Tokat Erbaa’da birkaç genç kız akraba ve komşunun yardımı ile dönemin kız çocuğu kıyafetleri giydirilerek ve yüzüne çamur sürülerek kurtulmuş… “almayın onu, o çirkin” sözleri ile farkedilmemeye duacı olarak altı kardeşli ailesinin tek hayatta kalan ferdi olmuş henüz yedi yaşında. Annemin babası dedem Sarkis ise, Sinop-Gerze’de sepetçilik ve tarım ile uğraşan bir ailede dünyaya gelmiş, Ermenice öğrenmeden, kimliğini gizlemenin öneminin altı çizilerek büyümüş. Ona bazen hatıralarını sorduğumda önce hemen konuşmak istemez, sonra köyünün güzel doğasını hatırlar; bir süre sonra ise nahoş anılar dile gelir...
LERNA BABİKYAN
Bazıları ölür, bazıları kalır; “kalan sağlar bizimdir” sözü, özünde dayanışmaya, aidiyet alanını genişletmeye, topluluk olmaya doğru giden yolu açsa da yaşamlarımızda hangi durumlarda ve ne oranda sözden öteye geçebilmiştir? Değerlendirmeyi size bırakarak yazıma başlıyorum.
Bir asma yaprağının güneşe doğru bulduğu bir dala, bir ipe dolanması gibi, ailemde büyüklerimin bazılarının bazen sessizlik bazen de öfkenin farklı tonlarına dolanarak yaşama tutunduğunu gözlemledim erken yaşlardan itibaren. Çocukluğumda yaşam denen çağlayan nehrine bir an önce katılmak istiyordum. O yıllarda bu heyecanı biraz olsun yaşayabildiğim neredeyse tek alan sokaklardı. Her çocuk gibi ip atlamak, ağaçlara tırmanmak, saklambaç oynamak, yavru kedi ve köpeklerin peşinden koşmak, o dönem Feriköy'de oldukça kirli de olsa hâlâ akan dereye kaçan topu almaya çalışmak en sevdiğim faaliyetler iken, tüm bunlar evde oturan babaannem Azaduhi için neredeyse bir utanç sebebiydi. Ona göre sadece sokak kızları sokakta oynar, en makbul olan kızlar ise evde otururdu. Bu inanç kalıbı ile eve kitlendiğim her sefer sezgilerimle anahtarı elimle koymuş gibi bulur, o anki oyun ve özgürlük hissi ihtiyacımı hızlıca sokağa dönerek karşılardım.
Yıllar geçtikçe hayallerimin doğrultusunda ilerlerken dikkatimi çeken, büyüklerimin sarıldığı sessizlik ve öfkenin görece gri alanında “görünürlük, tanınırlık, bilinirlik” haline duydukları ortak olumsuz tepkiydi.
Sosyal medyanın ve henüz görünmenin bugünkü kadar moda olmadığı yıllarda bir dönem televizyon reklamlarında oynamam ve bazı reklam kampanya afişlerinin şehirde merkezi konumlara asılmış olması anneannem Mayda için bir kâbustu. Kaşla göz arasında ortaya çıkan o reklam kampanyasını ve sonra gelenleri durdurmaya gücü yetmese de, o yıllarda televizyon ekranında beni gördüğünde içten içe sinir olmaktaydı.
Kendisi için kalabalıklar tarafından bilinmeme, görünmeme halini korumak o kadar önemliydi ki; 60’lı yıllarda dünyaya getirdiği üçüz teyzelerimi bir şekilde haber alıp fotoğraf çekmek için hastaneye gelen gazetecileri bile, lohusa hali ile odasından fırlayıp bir hışımla nasıl hastaneden kovduğunu nadiren de olsa, büyük bir gururla anlatırdı.
Bölgeler, Göçler
Her iki büyükannem de İstanbul’a yerleşik kökleri ile 1915’te gerçekleşen felaketten doğrudan etkilenmiş olmasalar da, eşlerinden ve etraflarından olan biteni öğrenmiş olmaları, sadece bilmelerine değil, bu zulmü bir açıdan yaşamış kadar olmalarına de sebep olmuş.
Babamın babası dedem Istepan 1915’te Tokat Erbaa’da birkaç genç kız akraba ve komşunun yardımı ile dönemin kız çocuğu kıyafetleri giydirilerek ve yüzüne çamur sürülerek kurtulmuş… “almayın onu, o çirkin” sözleri ile farkedilmemeye duacı olarak altı kardeşli ailesinin tek hayatta kalan ferdi olmuş henüz yedi yaşında.
Dedem gibi hayatta kalabilen köyün Ermeni çocuk ve kadınları memleketlerinde yaşadıkları tedirginlik ve yalnızlık sonucu 1926 yılında paralarını denkleştirip İstanbul’a göçmüşler; Gümüşsuyu’nda kiraladıkları eve yerleştikten sonra gençlerin bir kısmı bir işe yerleşmiş, bir kısmı da dedem gibi o dönem yatılı bölümü olan Ermeni okullarında eğitim almaya başlamış. Ardından o kafileden neredeyse yarısından fazlası 1946 yılında Marsilya’ya göç etmiş; dedem geride kalanlardan olmuş, burada bir hayat kurmayı seçmiş, babaanneme gönlünü kaptırması bu kararını perçinlemişti.
Annemin babası dedem Sarkis ise, Sinop-Gerze’de sepetçilik ve tarım ile uğraşan bir ailede dünyaya gelmiş, Ermenice öğrenmeden, kimliğini gizlemenin öneminin altı çizilerek büyümüş. Ona bazen hatıralarını sorduğumda önce hemen konuşmak istemez, sonra köyünün güzel doğasını hatırlar; bir süre sonra ise nahoş anılar dile gelir; Paskalya-Noel yortusu gibi önemli bayramlarda öteki köyde yaşayan bir başka Ermeni aileyi görmeye nasıl ziyarete gittiklerini anlatır; kendi köylerinden çıktıktan sonra tenha bir noktada bayramlıklarını giyip, köye geri dönerken değiştirmek sureti ile…
Sarkis dedem 1950’lerde iş bulmak için ailesi ile birlikte o dönemin kozmopolit semti olan İstanbul Dolapdere’ye yerleşmiş. Asıl işi olan somyacılığa geçene kadar kardeşleri ile inşaatlar başta olmak üzere el emeğine dayalı çeşitli işlerde çalışmış.
Bundan 4-5 yıl önce, 2015 yılında yine Agos sayfalarından yayımlanan Sinop’un Rüzgarı yazım üzerinden bana ulaşan bir yüksek lisans öğrencisi tam da dedem profilindeki Karadeniz Ermenilerinin izini sürüyor, tez çalışması için bu gruptan Dolapdere’ye yerleşen Ermeniler üzerine araştırma yapıyordu. Dedemin varlığı, onu araştırması için çok heyecanlandırmış olacak ki, genç kız en kısa sürede dedemle röportaj yapmak istedi, konuyu duyan dedem de anlatmaya heveslendi. Uygun gün ve saat konusunda tarafları buluşturmak üzereydim ki, evin ana kraliçesi anneannem aradan geçen birkaç gün içinde olaya el koydu. Kati suretle dedemin o araştırma için görüşme yapmasını istemedi ve konuşmasını yasakladı, dedem de bu duruma evde tatsızlık çıkmasın diye pek karşı çıkmadı, ne de olsa anneannem hep haklıydı. Ben de o dönem oldukça mahcup olarak o görüşmeyi iptal etmek durumunda kaldım.
Büyüklerim için olabildiğince gizlenmek ve görünürlükten kaçınmak hayatta kalmanın temel bir yolu olmuştu; öyle ki tarihçi ve siyaset kuramcısı Achille Mbembe’nin de belirttiği gibi artık bir faile gerek kalmadan, failin gölgesinden yaşadıkça görünmeme odaklı davranış kalıpları meşrulaşmıştı. Oluşan otosansür kökünü geçmişten alarak genişlemiş; bugünkü varlıklarına ve geçmiş hikâyelerine uzanmıştı kimi durumda.
Benim de hiç farketmeden görünme odaklı bir iş seçmem, yıllar içinde sahne sanatları alanında görünme ve gizlenme dinamiklerinin çelişkisi arasında bazen savrulmuş olmam bir tesadüf olmasa gerek. Hemen her alanda birbirini kopyalayan sağlıksız, egemen yönetimlerin neleri görünmez kıldığı, “görünme” alanı, varsa bir bedeli bunun ne olduğu; görünmezlik politikaları ile kültürel, toplumsal, bireysel ve ekolojik bağlamlarda nelerin kaybedildiği ya da bazı durumlarda nelerin varlığını koruyabildiği tarafsız ve kapsayıcı bir perspektiften açığa çıkarıldığında, bu kayıplar yıkıntılar arasından yeniden yeşerecek medeniyetimizin kazanımlarına dönüşebilecek ve o zaman kalan sağlar ile hepimizin bütünsel bağlantıda, canlı bir yaşamı olabilecek. Dileğim o güzel günler gelene kadar özellikle görünmez kılınanların herşeye rağmen “varım, buradayım” diyebilmesi!