OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Dört nal bir at, biraz da kılıç şakırtısı

Kürtleri Türklük içinde tanımlamak ve eritmek nasıl işlemediyse Müslümanlıkla çerçevelemek de işlemeyecektir çünkü bu çerçeveyi benimseyecek milyonlarca Kürt olabileceği gibi benimsemeyecek milyonlarca Kürt de olacaktır. Aynı şekilde, milyonlarca Türk de Müslüman kimliğini öncelemeyi tercih etmeyecektir. (Bu ikilinin yanına Arapların eklenmesinin arkasındaki motivasyon ve amaç ayrı bir yazı konusu. Ayrıca sormak lazım, “Hangi Araplar?” diye.) Kaldı ki, bu “ümmet perspektifinin” somut meselelere dair ne söylediği de belli değil.

Ülke gündemi malum: PKK’nın silah bırakması ve Erdoğan’ın bununla ilgili yaptığı “tarihi” konuşma. Doğrusu, konuşma tarihi olmaktan ziyade tarih üzerine bir konuşmaydı ama ortaokul üç düzeyinde bir tarih. Bir ara konuşmanın hamaset dozu o kadar yükseldi, o kadar Malkoçoğlu kanalına girdi, o kadar atlardan, kılıç şakırtılarından bahsetmeye başladı ki insan, salonda bulununlar “Allah Allah” nidalarıyla kefere üzerine hücuma kalkacak zanneder. Hamasi havanın tamamlayıcısı olarak konuşmanın yerli yersiz alkışlarla kesilmesi de oldukça sıkıcıydı.

Silah bırakma, toplumsal barışın kurulması gibi ciddi meselelere böyle hamasi bir şekilde yaklaşılması insanda bir burukluk ve endişe yaratıyor doğrusu. Erdoğan’ın konuşması, içte ve dışta barışı, huzuru önemsemekten, öncelemekten ziyade yeni cepheler oluşturma motivasyonuyla yazıldığı ve yapıldığı için tarihten amaca göre seçilmiş askeri başarılar üzerine bina edilmişti. Sosyal ve siyasi yönleriyle bütün insan hayatının yapay zeka yoluyla kökten, adeta bir devrim ölçeğinde yeniden şekillenmeye başladığı bu dönemde toplumsal birlikteliği “Türk, Kürt ve Arap atlarının rüzgarının Çin Denizi’nden Adriyatik’e yaydığı serin esintiler” üzerine kurmak bütün kabadayılığına rağmen aslında oldukça acıklı ve trajikomik. Cumhurbaşkanı Erdoğan eğer bunları samimi biçimde inanarak söylüyorsa süfli bir romantizm -ki çok tehlikeli bir şeydir- yok taktik icabı söylüyorsa muhataplarını hiçbir şey bilmeyen cahil ve aptal yerine koyan bir manipülasyon girişimiyle karşı karşıyayız demektir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasındaki bir başka manipülasyon girişimi de DEM Parti’yi Cumhur İttifakı’na dahil olmuş gibi göstermekti. Aslında, “DEM Parti Cumhur İttifakı’na katıldı” manasına gelecek bir şey demedi. Cumhur İttifakı’nın DEM heyetiyle birlikte çalışacağını söyledi ama bunu öyle kafa karıştırıcı bir şekilde söyledi ki zihinlerde bir tereddüt yarattı. Bunun kasten planlanmış bir muğlaklık olup olmadığının, Erdoğan’ın amiyane tabirle bir yoklama çekip çekmediğinin takdirini size bırakıyorum ama tam Erdoğan bu açıklamasıyla DEM Parti’yi zorda bıraktı denirken DEM Parti Erdoğan’ı el yükselterek daha da zor durumda bırakan bir açıklamayla karşılık verdi. DEM Eşbaşkanı Tülay Hatimoğlulları, kendilerinin herhangi bir partiyle değil devletle bu süreci yürüttüklerini söyledi ve böylece Erdoğan’ı bir anda ikincil konuma itti. Bu ifadeyle sürecin nihai sahibinin ve yönlendireninin Erdoğan olmadığını, olası bir başarının (ve tabii başarısızlığın) da onun hanesine yazılamayacağını ima etmiş oldu. Hatimoğlulları’nın bu sözü bana Erdoğan’ın birinci çözüm sürecinde “PKK’yla ben görüşmüyorum devlet görüşüyor” sözünü hatırlattı.

Bu bir bakıma Erdoğan’ın kendi söylemiyle vurulması demek; başka bir deyişle kendi sözü bumerang misali kendisine döndü. Siyaset uzun ve dolambaçlı bir yol işte, yeterince dolaşırsanız bir gün bir kavşakta kendinizle karşılaşabiliyorsunuz. O gün Erdoğan’ın, bugün Hatimoğlulları’nın “devlet” söylemi ne kadar gerçekçi, bugün Erdoğan (veya AKP) nerede bitiyor devlet nerede başlıyor tartışmaya açık olmakla birlikte Hatimoğulları’nın bu sözünün topu Erdoğan’ın kucağına bıraktığı bir gerçek. Şimdi süreç içindeki yerini netleştirmesi gereken figür Erdoğan artık.

Öte yandan, bunların hepsi bir bakıma konjonktürel teferruat. Belki 200 yıldır hem Türkiye hem Ortadoğu bağlamında esas, temel ve değişmeyen sorun farklılıkları, farklı etno-dinsel grupları tek bir ülkede bir arada barış içinde yaşatacak bir siyasi ve sosyal sistem kurabilmek ve istikrarlı biçimde devam ettirebilmek. Gerek küresel gerek bölgesel geçmiş tecrübeler göstermiştir ki bunun yolu kimliklerin eşitliği üzerine bina edilmiş anayasal demokrasi ve hukuk düzenidir. Eldeki kimlikler içinden herhangi tek bir kimliği seçip onu kitlelere dayatmak, onlardan bu kimliği benimseyip, onun merkez tarafından tanımlanan çıkarlarını öncelemeleri beklenemez, beklenmemeli. Bu, uzun vadede kalıcı bir istikrarın ve barışın zemini olacak bir yaklaşım değil.

Dolayısıyla, Kürtleri Türklük içinde tanımlamak ve eritmek nasıl işlemediyse Müslümanlıkla çerçevelemek de işlemeyecektir çünkü bu çerçeveyi benimseyecek milyonlarca Kürt olabileceği gibi benimsemeyecek milyonlarca Kürt de olacaktır. Aynı şekilde, milyonlarca Türk de Müslüman kimliğini öncelemeyi tercih etmeyecektir. (Bu ikilinin yanına Arapların eklenmesinin arkasındaki motivasyon ve amaç ayrı bir yazı konusu. Ayrıca sormak lazım, “Hangi Araplar?” diye.) Kaldı ki, bu “ümmet perspektifinin” somut meselelere dair ne söylediği de belli değil. Örneğin, anadilde eğitim bu Müslüman ittifakının neresine düşüyor? Kürtlere vadedilen nedir? Dört nal bir at, biraz da kılıç şakırtısı mı? İstiklal Savaşı yeniden şekilleniyor diyor Erdoğan ama sonrası itibariyle bu gönderme, Kürtler nezdinde çok da iyi olmayan hatıraları canlandırabilir. Tarih rafta durduğu gibi durmaz.