Bir masa, dalgalı bir deniz ve adaletsiz 100 gün

"Türkiye’de gazetecilik yapmayı uçsuz bucaksız, dalgalı ve dibi görünmeyen bir denizde yüzmeye benzetiyorum. Kimimizi korkutan, kimimizin “girdikçe alışıyorsun” dediği… Furkan Karabay ve onun gibilerin varlığı, o suyu çok daha güvenilir kılıyor, “Hadi ipleri de aşalım, deniz bizim” diyor. Çünkü bu ülkede gazetecilik, hakikatin peşinden gitmek kadar ona sahip çıkma iradesiyle de ölçülüyor. Yalnızca yazmak değil; yazdığının sonuçlarına katlanmayı da içeriyor."

“Geçen aylarda avukat bir arkadaşımın da olduğu bir masada, suç, adalet ve hukuk kavramları üzerine konuşuyorduk. Suç ve cezanın birbirini karşılamadığından, hukukun yeterli olmadığına dair görüşler de vardı masada. Peki en temelde hukuk ne için var? İnsanın onurlu yaşaması için.”

Bu satırlar, gazeteci Furkan Karabay’ın 15 Kasım 2024’te, ikinci kez tutuklanıp gönderildiği Silivri’den yazdığı mektuptan.

Furkan, ‘Terörle mücadele eden kişiyi hedef gösterme’ suçlamasıyla üç kez tutuklandı. İlk davadan beraat etti, ikincisi devam ediyor. Üçüncü tutukluluğunun yargılama sürecinin başlaması içinse savcının tatilden dönüp iddianameyi yazması bekleniyor. Siz bu satırları okurken o haksız ve hukuksuz biçimde tutulduğu Silivri’deki koğuşunda 100. gününe uyanmış olacak. 

100. güne nasıl geldik? 

Ve ben bugün size izan dışı üçüncü tutukluluğunu anlatacağım. 

Furkan’ın bahsettiği masada ben de vardım. Avukat arkadaşımız sayıları az da olsa hukuka saygı duyan, memleketini seven insanlar olduğunu söylüyordu. Furkan, “suçlu”–“suçsuz” ayrımı yapmaksızın, hukukun koruduğu en büyük değerin insan onuru olduğunu vurguluyordu. Bir tek buna itirazım yoktu; hemfikirdik ama masanın ayrık otu bendim. Hukukun egemenlerin aracı olduğunu düşünen biri olarak, asgari hukuk ve insan hakları ilkelerinin birer kazanım olduğunun farkındaydım ama güvenim sıfırdı. 

O masaya döndüm; Furkan’ın, her fırsatta hukuksuzlukların ortaya çıkması amacıyla elini taşın altına koyduğunu bir kez daha hatırlatmak için.

Öncesi de dikensiz gül bahçeleri değildi ama 19 Mart sabahı ve sonrası frensiz bir kamyon gibi yokuş aşağı gitmeye başladık. Uzun uzun anlatmayacağım ama tahmin edersiniz, gazeteciler için günler yine Saraçhane, Çağlayan Adliyesi ve Vatan Emniyet üçgeninde geçti. Siyasilerin yanı sıra eylemlere katılan gençler, onları takip eden gazeteciler, hak savunucuları, avukatlar gözaltına alındı, tutuklandı. Operasyonlar dalga dalga sürerken Furkan da kimi zaman Saraçhane’de, kimi zaman ‘iş adresim’ dediği Çağlayan Adliyesi’nde haber peşindeydi. Ortalık yangın yeriyken Furkan bu tutukluluğu bekliyor muydu derseniz; onlarca siyasi operasyonun yapıldığı, gazetecilerin ezelden beri sudan bahanelerle tutuklandığı bu ülkede, Furkan da o sabah hayatının şokunu yaşamamıştı. Ama eminim, bu kadar yersiz, dayanaksız sebeplerle aniden tutuklanacağını ve sürecin bu kadar “hırs” içereceğini o bile tahmin etmiyordu.

X hesabı da tutuklandı

Ve 15 Mayıs.

Furkan o sabah evine gelen polislerce “Terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek” ve “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamalarıyla gözaltına alındı, Vatan Emniyet’e götürüldü. 

“Cumhurbaşkanına hakaret” iddiasına konu olan suçlama, Furkan’ın sağlık sorunları yaşayan tutuklu İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat hakkında yazdığı paylaşımlarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 yıl önceki sözlerini ve geçmişte cezaevinde hayatını kaybedenleri hatırlatmasıydı “Terörle mücadelede görev almış kişileri hedef gösterme” suçlamasının gerekçesi, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek ile İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Can Tuncay’ın isim ve fotoğraflarını haberlerinde kullanması oldu.

Bu suçlamalarla hâkimliğe sevk edildi. 

Aslında her şeyin bu kadar hızlı olması aslında malumun ilamıydı. Furkan’ın beş dakika süren ifadesi ve savunmasının ardından hiçbirimiz oradan onunla birlikte çıkıp, bu berbat günü bitireceğimizi düşünmüyorduk. Öyle ki sürekli arkadaşlarımızı arayıp “Gaz çıkışı olmayan çakmak bulmamız lazım” derken buldum kendimi. (Hapishaneye "normal" çakmak alınmıyor) Nihayetinde sekiz saatlik bir maratonun sonunda Furkan tutuklandı. Bir kere daha.

Üçüncü tutukluluğu, artık “alıştı” diye düşünebilirsiniz ama bu kez ilk ikisinden farklı olarak ilk gecesini Metris’te geçirdi. Ertesi gün “Silivri’ye nakil oldu mu, ne olacak” diye beklerken bir başka “sürpriz”le karşılaştık. Furkan’ın X hesabına, tutuklandığının ertesi günü, 16 Mayıs’ta Türkiye'den erişim engeli getirildi. Yetmedi. Kısa süre sonra açılan ikinci hesabı da “güvenlik ve kamu düzeninin korunması” gerekçesiyle bir kez daha erişime engellendi. Furkan'ın özgürlüğünü elinden alan hakimlik, hesabına erişim engeli kararı vererek ifade özgürlüğünü de elinden alma kudretine sahip olduğunu da gösterdi. Çünkü bilirsiniz, devlet bazen sadece yapabileceklerini göstermek ister.

Tutukluluğa itirazlar, aylık tutukluluk incelemeleri, önceki tutuklama kararının tekrarı ve/veya benzer cümlelerle tekrarın tekrarına dayalı kararlar, devam etti. En sonunda savcının tatilde olduğu, iddianame için en azından adli tatilin bitmesinin bekleneceği söylendi. Adli tatil bittiğinde Furkan 109 gününü Silivri’de geçirmiş olacak.

Payımıza düşen sorular

Anlayacağınız, insan onuru, adil yargılanma hakkı, adalet, suç ve daha birçok şey; içi boşaltılmış kavramlar olmasın, hukuksuzluklar ortaya çıksın diye haber peşinde koşan bir gazeteci, hasmane bir tutumla 100 gündür özgürlüğünden mahrum bırakılıyor. Üstelik bu hukuk garabetinde, kimse bu tutukluluğa bir gerekçe sunmaya bile tenezzül etmiyor. Maalesef sadece Furkan da değil; onlarca siyasi tutsak; özensiz, kopyala-yapıştır suçlamalarla esir tutuluyor.

Gerekçesiz kararlardan bizim payımıza da “Nasıl olabilir, nasıl mümkün?” soruları ve bu hukuksuzlukları tekrar tekrar anlatmak düşüyor. Dün ya da daha önce olduğu gibi; muktedirlerin işine bir kere daha akıl sır erdirilemiyor.

Ama bildiğimiz şeyler var. Örneğin Furkan’ın en ufak bir suç unsuru içermeyen gerekçelerle tutuklanmış olması. Üstelik sadece biz değil, onu tutuklayan ya da tutukluk incelemesinde 10 saniyede kararı yüzüne okuyan hakim de, soruşturmayı yürütenler de biliyor suçsuzluğunu. Ama işte bu zulüm yine de devam edebiliyor.

Çünkü aslında bu, çok daha büyük bir şeye hizmet ediyor.

Tepemizde sallanıp duran bir parmak

Furkan’ın, Fatih Altaylı’nın, Ercüment Akdeniz’in tutukluğu, biz "dışarıdaki" gazetecilere bir gözdağı. Tepemizde sallanıp duran tehditkar bir parmak, “Makul olmazsanız, ‘yaramazlık’ yaparsanız sizi de alırım” diyor. İşte tam da bu yüzden bizler, tutuklanan, tehditlere rağmen yazanlar, dört duvar arasından kalemiyle firar edenler ve var olma mücadelesi veren gazetecilerin yanında dururken aslında meslek onurumuzu da koruyoruz. 

Türkiye’de gazetecilik yapmayı uçsuz bucaksız, dalgalı ve dibi görünmeyen bir denizde yüzmeye benzetiyorum. Çok dalgalı, kimimizi korkutan, kimimizin “girdikçe alışıyorsun” dediği, kimilerinin kıyıda beklediği bir deniz… Furkan ve onun gibilerin varlığı, o suyu çok daha güvenilir kılıyor, “Hadi ipleri de aşalım, deniz bizim” diyor. Çünkü bu ülkede gazetecilik, hakikatin peşinden gitmek kadar ona sahip çıkma iradesiyle de ölçülüyor. Yalnızca yazmak değil; yazdığının sonuçlarına katlanmayı da içeriyor.

Ben son kez o masaya ve Furkan’ın yazısına döneceğim: “Hukuk bir gün hepimize lazım olmaz mı?”

Elbette olacak. Geçici olarak oturdukları koltuklardan aldıkları güçle zehirlenip hukuku çiğneyenlere de, onlara çanak tutanlara da, sessiz kalanlara da… O gün geldiğinde, doğru tarafta durmanın verdiği gönül rahatlığına sahip olanlar yine insan onuruna ve hukuka uygun davranacak, mücadeleye devam edecek.
Ama benim tüm bunlardan bağımsız içime kök salan, bir türlü söküp atamadığım, öfkemle sulanan bir sorum daha var. Yalnız olmadığımı da biliyorum:

Yaşananlar, hapishanede geçen zaman, sevdiklerinden uzak kalmak, mesleklerini yapamamak, çektikleri sıkıntılar… Bunlar nasıl telafi edilecek?

Kategoriler

Güncel



Yazar Hakkında