Bu satırları okuyunca insanın aklına başka fikirler de üşüşüyor. Yazısında şöyle de bir cümle var: “Fırat ve Dicle havzası, Türkiye için hem teknik hem demografik hem de siyasi açıdan hayati önem taşır." Taşır tabii. Taşır taşımasına da şöyle bir 110 yıl öncesine gidelim. Bu havzada kimler yaşardı, o toprakları kimler işler, şenlendirirdi?
Bilhassa 1970’lerin sonları ve 1980’lerde, Marksist olmasa da (ki hiç şart değil) aklı başında akademik çalışmalarıyla bildiğimiz, tanıdığımız Prof. Dr. İlber Ortaylı son döneme hâkim olan sağ-muhafazakâr rüzgârın da etkisiyle olsa gerek, bilhassa bu çevrelerin nabzına göre şerbet veren yorumlarıyla öne çıkan popüler bir tarihçi haline geldi.
Eski çalışmalarını bildiğim için (“İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” başlıklı çalışması önemlidir mesela) yine de ne dediğine bakmaya çalışırım. Zaten yorumlarından istesek bile kaçmak mümkün değil çünkü televizyondu, Youtube kanallarıydı, köşe yazılarıydı, sosyal medya paylaşımlarıydı, her yerden karşımıza çıkıyor.
Ortaylı sağ-muhafazakâr cenahın hoşuna gidecek yorumlar yapsa da arada o çevreye de “ters çakan” yorumlar yapmakla birlikte bir şekilde Türkiye’nin rejimle uyumlu, popüler ve neredeyse resmi tarihçisi haline gelmiş durumda. Bunda üniversitelerin hallaç pamuğu gibi atılması ve Türkiye’nin yakın tarihine soğukkanlı bakabilen tarihçilerin kendilerine söz söyleyebilecek alan, kürsü bulamamasının da etkisi var elbette. Boğaziçi Üniversitesi, gözlerimizin önünde hükümete bağlı bir devlet dairesi haline getirilmeye çalışılıyor, bir avuç onurlu hoca yıllardır bu haksızlığa hukuksuzluğa çare bulmaya çalışıyor. Bütün bunları söylemişken geçtiğimiz haftalarda kaybettiğimiz Türkiye’nin en önemli tarihçilerinden Mete Tunçay’ı da analım. Bırakın yazdığı kitapları, makaleleri, 1980’lerin sonlarında hayata geçirdiği Tarih ve Toplum dergisi bile onu hayırla yadetmemize yeter.
Dönelim konumuza. Ortaylı’nın 24 Ağustos Pazar günü Hürriyet’te yayınlanan yazısı açıkçası tuhaftı. Türkiye’nin yaşadığı ve yaşayacağı su problemine dikkat çeken Ortaylı yazının bir yerinde şu ifadeleri kullandı:
“Küçük Asya, yani yurdumuz, tarih boyunca Mezopotamya kadar su kaynakları konusunda sıkıntı yaşamamıştır. Bu yüzden tarıma geçişin ilk adresi de burası olmuştur. Bu tarihsel bir gerçektir. Ancak bugün elimizdeki bu imkânı, Mezopotamya’nın yaşadığı sıkıntılara ve çatışmalara düşmemek için dikkatle korumalıyız. Üstelik bu mesele tedricen değil, aniden önümüze gelmiştir. Paniğe kapılmadan ama büyük bir ciddiyetle ele alınmalıdır. Fırat ve Dicle havzası, Türkiye için hem teknik hem demografik hem de siyasi açıdan hayati önem taşır.”
Şöyle devam ediyor Ortaylı:
“Burada boşalan köyler, vakit kaybetmeden Asya’daki kardeş potansiyel nüfusla doldurulmalıdır. Çin’in nükleer denemeleriyle yıpratılan bereketli Uygur bölgesinin çalışkan çiftçileri kısa zamanda Türkiye’ye getirilmelidir. Hayvancılık konusunda uzman Kırgızların da bu topraklarda faaliyet göstermesi gerekir. Urfa vadisinin yabancılara satışı sadece durdurulmamalı; satılmış olan araziler de mutlaka geri alınmalıdır. Bu bölgede yabancı sermayeye izin verilemez. Terör örgütünün bir dönem hâkimiyet kurmaya çalıştığı bölgelerde en ufak bir taviz verilmemelidir.”
Bu satırları okuyunca insanın aklına ister istemez bazı fikirler üşüşüyor. Fırat Dicle havzasını kastederek “Burada boşalan köyler” diyor mesela Ortaylı. Bu köyler niye boşalmıştır? 90’larda “terörle mücadele” adı altında yüzlerce köyün devlet tarafından zorla boşaltıldığını bilmiyor olamaz Sayın Ortaylı. Ancak iş bununla da bitmiyor. Mevcut hükümet, Türkiye’nin dört bir yanında tarım arazilerini, ormanları, maden sahalarına açmak ve yandaş müteahhitleri zengin etmek için elindeki her imkânı kullanıyor, direnen köylülere büyük bir baskı uyguluyor. Bu tahrip edici politikaları niyeyse görmezden gelmiş Ortaylı.
Bu satırları okuyunca insanın aklına başka fikirler de üşüşüyor. Yazısında şöyle de bir cümle var: “Fırat ve Dicle havzası, Türkiye için hem teknik hem demografik hem de siyasi açıdan hayati önem taşır."
Taşır tabii. Taşır taşımasına da şöyle bir 110 yıl öncesine gidelim. Bu havzada kimler yaşardı, o toprakları kimler işler, şenlendirirdi? Evet cevap belli: Ermeniler, Süryaniler.
Ne oldu? Ermeniler 1915’te bu topraklardan sürüldüler, yollarda katledildiler, mallarına mülklerine el konuldu. Şu soruyu sormak gerekmez mi? Acaba Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler o topraklarda yaşamaya devam etselerdi Fırat ve Dicle havzası yine böyle mi olurdu?
Bilemeyiz belki yine böyle olurdu ama o topraklarda binlerce yıldır yaşamış halklar dururken Çin’den Uygurları ya Kırgızları getirmek gibi orijinal fikirler herhalde peydahlanmazdı.
Uygurlar, Kırgızlar gelmek isterlerse yine gelsinler elbette bu topraklara. Ama asıl şu var: Bahsedilen sorunu çözmeye yaramasa bile ilk olarak 1915’te bu topraklardan sürülenlerin torunlarına vatandaşlık vermeyi düşünsek nasıl olur?