İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile başlayan ve çoğalarak devam eden belediye operasyonlarıyla son dönemde Türkiye’de demokrasi yerel yönetimler üstünden okunuyor. Mersin Üniversitesi’den Doç. Dr. Ulaş Bayraktar, günümüz yerel siyasetinin kodlarını anlatıyor.
Türkiye gündemini uzun bir süredir yerel yönetimler meşgul ediyor. Yerel siyaset, iktidar ve muhalefet arasındaki en sıcak çekişme alanlarından biri haline geldi: CHP’li belediye başkanlarının tutuklanması, CHP’li belediyelere peş peşe atanan kayyımlar, CHP’li belediyelerden AKP’ye geçişler, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan işçilerin grev kararı… Ülkenin demokrasi tartışmalarını da şekillendiren yerel yönetim hamlelerini anlamlandırmak için yerel siyaset üzerine çalışmalarıyla tanınan Mersin Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ulaş Bayraktar’ın kapısını çaldık.
Demokratik yerel siyasetin, “hemşeri hukuku”nu tesis etmekle mümkün olabileceğini savunuyorsunuz. “Hemşerilik bağını sağlamak” ile kastınız nedir?
Louis Wirth, kenti bir yaşam biçimi olarak tanımlar. 1930 tarihli Belediye Kanunu’ndan beridir yasamızda yer alan “hemşehri hukuku” tam da buna tekabül eden bir kentlilik tanımı yapar: “Herkes ikamet ettiği beldenin hemşehrisidir.” Züğürt Ağa, Çiçek Abbas gibi birçok filmde de işlendiği üzere kentin yeni sakinleri, gecekondusunu bu akraba/hemşeri dayanışması ile inşa edebildi, dolmuşunu böyle işletebildi. Hayatta kalma stratejisi olarak doğan bu bağ, zaman içinde iktisadi varsıllaşma ve siyasi erklenme mekanizmasına dönüştü. Kent, mekansal, ekonomik ve kültürel gettolar toplamına dönüştü. Mesele, bu aidiyet bağını tekrar yaşanılan kentle kurmanın yollarını bulmak. Dört “hem-”e dayanan bir hemşerileşme formülüm var. İlk olarak hemmahal olmak diyorum: Kentin belleğini bilinir, görünür kılarak yaşadığımız yerin kimliğinde ortaklaşabileceğimizi düşünüyorum. Hemşerilik bağı kentsel bellekle güçlenebilir. Yaşadığımız yerlerde “Biz yoğ iken kimin yaşadığı”, nelerin yaşandığını bilmek bu anlamda bir müşterek zemin olabilir. İkincisi kamusal alanlar olarak tarif ettiğimiz karşılaşma vesileleri yaratan hemzeminlerin olması mühim. Ötekiyi tanımaya ihtiyacım var ki, ortak bir kentlilik inşa edebilelim. Hemhal olmamız da bana göre üçüncü bir ayak. Yerel basının darboğazları, yaşadığımız kentteki gelişmelerden haberdar olma imkanlarımızı çok zayıflattı. Kanal İstanbul’a dair gelişmeleri yan sokağımdaki belediye faaliyetlerinden daha yakından takip edebiliyorum mesela. Haberini alamadığımız gelişmeler için nasıl bir araya gelebiliriz ki? Son olarak hemdert olmanın da farklı yöntemlerinin keşfine muhtacız. Başkan odaklı, ego yaratan örgütlenmelerin ötesinde, daha yatay, demokratik örgütlenme deneyimlerini geliştirmekle mesulüz.
Bir yazınızda, “Sadece belediyecilik istiyorum diye haykırasım geliyor. Yöneticilerin yasal vazifesini farklılık yaratıyormuş gibi yerine getirmesini anlayamıyorum” diyorsunuz. Belediyelerin siyasal mücadele merkezlerine dönüştüğü günümüz Türkiyesinde bu mümkün mü?
Belediyeciliğin gayri politik bir meşgale olduğunu kastetmediğimi belirteyim. Fakat burada siyasetten kastettiğim iktidar mücadelesinden ibaret değil, neyin müşterek olduğuna dair ilkesel bir önceliklendirme sürecini düşünüyorum belediyelerin siyasallığını tarif ederken. Herhangi bir ilkesel referansı olmadan hizmet üretmenin apartman yöneticiliğinden ne farkı kalır? Durmadan açılışlar, temel atmalar, inşaatlarda boy gösteriyor yöneticiler ve bunları büyük hizmet hamleleri olarak tanıtmaya çalışıyor. Oysa bir kenti diğer bir kentten, bir partiden olan başkanı bir diğerinden ayıran pek bir siyasal yönelim farkı yok. Kentsel sorunlara yönelik vizyon ya da programların esamesi okunmuyor. Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu’nun nasıl bir siyasi figür olduğu kimse için sır değildi. Kazanacağı kesin olduğu için ondan başkasını aday göstermeye cesaret edemediler. Eski Hatay Belediye Başkanı Lütfü Savaş’ı düşün, AK Parti’den transfer olduğunu hatırlamayanlar şimdi CHP’nin başına ördüğü çoraba şaşırıyor. Ankara Büyükşehir Belediye Bakanı Mansur Yavaş’ın CHP’li bir başkan olduğuna mı inanalım? CHP, kurucusu olduğu Cumhuriyet’in başkentine kendi içinden bir aday çıkaramadı kaç seçimdir. Bu çok da sorun olarak görülmüyor çünkü Ankara kağıt üstünde bir CHP’li belediye. Düne kadar Aydın’ın olduğu gibi… Bu ilkesel boşluk da şaşalı projelere dayanan seçim kampanyaları ya da halkla ilişkiler faaliyetleri ile doldurmaya çalışılıyor. Herkes bir önceki ve diğerinden daha fazla açılış yapmaya, temel atmaya, koli dağıtmaya çalışıyor. Çılgın proje ya da skorların peşinde koşan başkanlar değil, “mahalli müşterek” ihtiyaçlara deva olan bir belediyecilik bekliyorum.
“Kent uzlaşısı” soruşturması kapsamında tutuklanan Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan hakkında müteahhit ve inşaat şirketlerinin de şikâyetçi olması, yerel yönetimlerin rant paylaşımındaki rolü hakkında ne söylüyor?
Cemil Candaş, 2016’da Şişli Belediyesi İmar ve Şehircilikten Sorumlu Başkan Yardımcısı iken makamında öldürüldü. Bu cinayete azmettirenlerin Şişli’de inşaat faaliyetinde bulunan müteahhitler olduğu ortaya çıkmıştı. Artık müteahhitlerin cinayete yeltenmesine gerek kalmadı. Başkanları görevden alarak, partilerini değiştirmeye zorlayarak, pürüzler ortadan kaldırılabiliyor galiba. Francesco Rosi’nin Le mani sulla città (Şehrin Üzerindeki Eller) filmini tavsiye ederim. 70 yıl önce Napoli’de bir müteahhitin kentin yönetimindeki etkisi bize bugünü anlamak için o kadar çok ipucu veriyor ki. Türkiye, 1980 sonrasında 1960’ların İtalyasına dönüştü. Müteahhitlerin, iş insanların iştahını kabartan bir rant pastasına dönüştü Türkiye kentleri de. Bu pastayı paylaşan öyle cevval, fütursuz menfaat şebekeleri ortaya çıktı ki başkanların tek başlarına bunlarla mücadele edebilmesi mümkün değil. Tehdit almayan, şantaja hedef olmayan belediye başkanı olduğunu sanmıyorum. Emrah Başkan da bunlardan sadece biri. Yalnız başlarına bu şebekeye karşı mücadele etmeye çalışıyorlar. Karar ve yönetim süreçleri demokratikleştirilebilseydi, başkanlar menfaat çetelerine karşı direnişlerini baştan kamusallaştırabilseydi, biz haksızlıklara uğrayan başkanlara destek olmanın ötesinde kent hakkı için örgütlenip seferber olabilseydik, bu kadar kolay bertaraf edilecekleri düşünülmezdi sanki. Kişiler değil de, ilkeler, kamusal haklar ve kaynakları bu direnişin merkezine koyabilseydik belki gidişat farklı olurdu. Bir noktada mevzubahis olanın başkanlar değil, müşterek ihtiyaçlarımız ve geleceğimiz olduğunu hatırlayacağız diye umuyorum. Tam da bu yüzden Bertolt Brecht’in bir sözü aklımdan çıkmıyor: “İhtiyacımız olan şey kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyaç duymayan bir toplumdur.”
1970’li yılların “yeni belediyecilik hareketi”ne baktığımızda, CHP’li belediyelerin hükümetin engellemeleriyle karşılaştığını, finansal kaynaklarının kesildiğini görüyoruz. Bugün ile ne gibi benzerlikler kurulabilir?
Ben 70’leri Türkiye’de yerel yönetimlerin siyasal olarak doğduğu bir dönem olarak görüyorum çünkü ilk defa merkezi hükümetin organik uzantısı olmaktan çıkan bir belediyecilik ortaya çıktı. Ahmet İsvan, Vedat Dolakay, Erol Köse gibi belediye başkanları kentlerini kendi gündemleri ile yönetmeye yeltendiler. Merkezi hükümet buna kaynakları kısarak, onları güçsüz bırakmaya çalışarak cevap verdi. Onlar da bu baskılara karşı toplumcu, yenilikçi stratejilerle cevap verdiler. İlk bakışta şimdiki durum da benzer gibi görünüyor. Ama o dönemle ben temel bir fark görüyorum. Belediye yöneticileri toplumu örgütleyen, kamucu çözümleri müştereken hayata geçiren bir belediyeciliği gündeme getirmektense baskılara karşı itirazı örgütlemeye çalışıyor. Çok haklı, meşru bir yöntem olduğundan kuşkum yok. Makamını, yetkilerini ipotek altına alan merkeze karşı halkın kendisi ile dayanışmasını bekleyen mağdur başkanları görüyoruz. Ama 70’lerin başkanları bu baskıları alternatif örgütlenmelerle aşmaya çalışmışlardı: Kooperatifler, tanzim satış düzenlemeleri, kamusal alan düzenlemeleri, emekçi kesimlerle dayanışan stratejiler geliştirdiler. Oysa bugün böylesi toplumcu düzenlemeler çok ön planda değil. Evet, sosyal yardımlar, hizmetler, projeler belediyelerin gündeminde ama genel olarak baktığımızda bunlar bir şekilde finanse edilen belediye icraatları olarak karşımıza çıkıyor. Baskılara karşı o zamanki belediyeler toplumu örgütleyerek direnmeyi seçmişken, sanki bugün belediyeler daha opak alternatiflere yönelmiş gibi.
CHP’li belediyeleri de içine alan kayyım siyasetinin yerel yönetimlere bakışı nasıl değiştirdiğini gözlemliyorsunuz?
Kayyım, anayasal ihlal demek. Olağanüstü Hâl döneminde çıkan ve İçişleri Bakanı’na “terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçları sebebiyle görevden uzaklaştırma” yetkisi veren 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname sonrasında yasalaştı. Peki Anayasa Mahkemesi bu düzenlemeye dair nasıl bir karar aldı? Henüz karar almadı çünkü düzenleme geçen Mayıs’ta CHP tarafından değil, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’i yargılayan İstanbul 9. İdare Mahkemesi tarafından Mahkeme’ye götürüldü. O zamana kadar hiçbir parti yasayı ihlal iddiası ile Mahkeme’ye taşımadı. Bu da aslında CHP’nin kendi başkanlarının yerine kayyım atanana kadar düzenlemede bir ihlal görmediği anlamına geliyor bence. Yılan bize de dokunmayagörsün, o zaman itiraz etmeye, direnmeye başlıyoruz. Kayyımlara itiraz ediliyor da seçilen başkanlar çok mu demokratik? Pek emin değilim. Yukarıda işaret ettiğim siyasal ilişkiler ve süreçlerle aday olanları ne kadar demokratik sayabiliriz? Genel merkez bağlantıları ve pazarlıkları ile birileri aday oluyor ve birçok şehirde biz de o adayların başkanlığını oylarımızla meşrulaştırıyoruz. Şişli’nin, Kadıköy’ün, Bornova’nın başkanlarını seçmenler mi belirliyor yoksa genel merkez mi? İçişleri Bakanlığı’nın atadığı ile genel başkanın seçtiği bir noktada benzeşmiyor mu? Bu yüzden kayyımlara verilen şimdiki tepkinin samimi olduğuna inanmam için aday belirleme süreçlerinde önemli değişiklikler olması gerektiğini düşünüyorum. Sadece seçimlere odaklanmak bir sürecin demokratik niteliği hakkında çok da sağlıklı fikir vermez bence.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın belediye işçilerinin grevi sırasında takındığı tavra şaşırmış mıydınız?
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin resmi sayfasında başkanın özgeçmişi “Babasının mecburi hizmeti sırasında Van’da dünyaya geldi” diye yazıyor, biliyor musun? O kadar üzücü ki bir sosyal demokrat başkanın oralarda doğmuş olmasının etnik bir kökene işaret etmediğini vurgulama gereği duyması. Buradan başlayınca düşünmeye, şaşırmıyorsun ne yazık ki. Bir de bu son seçimlerde adaylık süreci çok çetrefilli oldu CHP için. Aday olamayan eski başkanların haleflerini zorda bırakacağı aşikar personel tasarrufları olduğu da konuşuluyor. Dolayısıyla başkanlar bazı talepleri eski dönemlerin kendilerine kurduğu tuzakların uzantısı gibi gördüler korkarım. Üstüne daralan imkan ve kaynaklar onların üzerinde büyük bir baskı kurdu. Bu baskıları aşmaya çalışırken de biraz önce söylediğim gibi 1970’lerin başkanlarının aksine toplumcu ilkelerden ziyade performatif hizmet aşkıyla hareket etmeye devam ettiler. Sonuçta işçilerin yasal hak mücadelesini kendi başarılarına bir engel olarak görüp, sosyal demokratlıkla bağdaşmayan bir tutuma savruldular.