İlginç olan şu ki Gazze soykırımına ahlâki gerekçelerle itiraz halklardan, daha ziyade de Batılı ülkelerin halklarından geliyor. Evet yetersiz, evet gidişatı şu ana kadar değiştirebilmiş değil ama Batılı ülkelerde yüz binlerce kişi düzenli biçimde sokaklara çıkıyor, itirazını dillendiriyor, işçi örgütleri dayanışma ve grev çağrısı yapıyor. Öte yandan, Gazze’ye itiraz konusunda benzer yaygınlıkta ve süreklilikte bir taban hareketinin, Türkiye dahil, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde de olduğunu söylemek zor.
Geçen hafta İsrail’in Gazze’de yaptıklarının akıl ve ahlâkla ilişkisiyle ilgili yazmıştım. Oradan yola çıkarak siyaset, uluslararası ilişkiler ve ahlâk üzerine tartışmaya devam edelim.
Üniversitedeki lisans eğitimimde alanlarımdan biri de uluslararası ilişkilerdi. Bu alanın temel hatta en önde gelen, baskın yaklaşımı, (öncülleri daha evvel de olmakla birlikte) 20. yüzyılda sembol ismi Hans Morgenthau olan realist okuldur. ‘Uluslararası İlişkiler’e Giriş’ dersinin ilk gününden beri bu anlayışa isyan ettim, hâlâ da ediyorum. Peki, nedir bu anlayış? Morgenthau’ya ve bu okula mensup diğer isimlere haksızlık etmek istemem, tabii ki onlar yüksek sofistikasyona ulaşmış kimselerdir ama realist okulun uluslararası ilişkilere yaklaşımı, özü itibariyle ‘sokaktaki adamdan’ dramatik bir farklılık göstermez.
Şöyle ki, en basit haliyle söyleyecek olursak, bu yaklaşıma göre uluslararası siyaset, ulus-devletlerin kendi güçleri nispetinde çıkarlarını maksimize etmeye çalıştıkları; anarşik, yani ülke içindeki devlet kavramının benzeri bir üst otoritenin diğer aktörlere meşru irade dayatamadığı bir düzendir. Buna göre devletlerin ahlâkı insanların günlük hayatta takip ettikleri veya en azından etmeleri beklenen ahlâki değer ve ilkelerden farklıdır. Dolayısıyla o değer ve ilkelere göre yargılanamazlar. Bu anlayışa isyan etmemin sebebi, söylediklerinin yanlış veya sahadaki fiili durumun söylenildiği gibi olmaması değil(di). Bilakis, durum kabul edilebilir ölçülerin ötesinde ve dediğim gibi sokaktaki adamın da tespit edeceği kadar açık biçimde realist düşüncenin dediği gibi.
Benim reddiyemin sebebi, realist okulunun bu durumu doğal, verili ve değişmez kabul etmesi(ydi) çünkü sahadaki durumu bir kere doğal ve değişmez kabul ettikten sonra toplu kıyımları, etnik temizlikleri ve soykırımları önlemek ancak güçlü bir aktörün veya bir grup aktörün çıkarlarına bağımlı hale gelmiş oluyor. Bunu kabul ettiğiniz zaman işte Gazze’deki soykırımın önlenememesi de gayet “normal” olmuş oluyor. İnsan buna nasıl isyan etmez? Onun için geçen hafta, “Akıl İsrail’i durdurmaz” dedim.
Bu tartışma açısından ilginç olan şu ki Gazze soykırımına ahlâki gerekçelerle itiraz halklardan, daha ziyade de Batılı ülkelerin halklarından geliyor. Evet yetersiz, evet gidişatı şu ana kadar değiştirebilmiş değil ama Batılı ülkelerde yüz binlerce kişi düzenli biçimde sokaklara çıkıyor, itirazını dillendiriyor, işçi örgütleri dayanışma ve grev çağrısı yapıyor. İki hafta evvel Genova liman işçilerinin, (içlerinden birinin de teknelerden birinde olduğu) Gazze’ye yardım götürmek için yola çıkan Sumud Filotillası konulu toplantısında işçi liderlerinden biri isyan halinde şöyle diyordu: “İnsanlık kanunlarını takip edeceğiz ve bunlar, bu ülkeyi yöneten kötü insanların kanunları değil.” Başka biri de “İsrail’e 17.000 konteynır gönderirken Gazze’ye 50 ton insani yardım gönderemiyoruz demek ne mantıklıdır, ne de kabul edilebilirdir”, demişti. Nitekim, geçtiğimiz Pazartesi gene İtalya’da Gazze’yle dayanışma için bir günlük genel grev yapıldı, ulaşım ve eğitim faaliyetleri bloke edildi. Göstericiler, güvenlik güçleriyle ciddi çatışmaya girecek kadar motiveydiler.
Beri yandan, Gazze’ye yardım götürmek için yola çıkan en geniş sivil filotilla olan Sumud Filotillası da yolda. Velhasıl, işte birileri Gazze’deki vahşete ahlaki temelden karşı çıkıyor. Bu itirazların, devletlerin, hükümetlerin tavrı üzerinde etkili olacağını, onları belli bir yöne sürükleyeceğini, akabinde bir politika değişikliği getireceğini ve dolayısıyla realist okulu boşa düşüreceğini söylemek için henüz çok çok erken. Fakat, Avrupa çapında Gazze konusunda ciddi bir taban hareketi olduğu da görülüyor. İsrail, son zamanların en yaygın küresel kitle eylemlerine sebep olabilir. Hükümetler, bunu nasıl yönetecekler, önünde mi arkasında mı kalacaklar göreceğiz.
Öte yandan, Gazze’ye itiraz konusunda benzer yaygınlıkta ve süreklilikte bir taban hareketinin, Türkiye dahil, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde de olduğunu söylemek zor. Ne Mısır’da ne Ürdün’de ne Mağrip ülkelerinde ne de Körfez ülkelerinde… Tamam, buradaki halkların çoğunluğu demokratik olmayan hatta otokratik rejimler altında yaşıyorlar; Türkiye’de Avrupa’daki gibi, yalnız bu konuda değil herhangi bir konuda etkili biçimde itirazını ortaya koyacak örgütlülükte bir sendikal hareket yok; bilmemekle birlikte sanırım söz konusu diğer Müslüman ülkelerde de yok. Hepsi tamam ama nerede kaldı ağızlardan düşmeyen “din kardeşliği”, “ümmet birliği”?
Bu iki yıllık süreçte din kardeşliğinin de yalan olduğu artık anlaşılmıştır herhalde ve hangi din olduğu fark etmeksizin kategorik bir din kardeşliğinin yalan olduğunun anlaşılması iyi bir şeydir çünkü son kertede din kardeşliği denilen şey, kendinden görmediğine ayrımcılık ya da en azından çifte standart uygulayan bir bağnazlık üzerine kurulur. Aynı minvalde ve Gazze bağlamında şu da bir kere daha ortaya çıkmıştır: din ve din birliği başka, ahlâk başka bir şeydir; ahlâkın omurgasını din ve din kardeşliği oluşturmaz, ahlâk daha şümullü, evrensel olması beklenen değerler üzerine bina edilmelidir. Gazze için varsa bir umut, buradadır