Yıllar önce, zamanların birinde, ülkenin bir numaralı medya kuruluşunun İngiltere temsilcisiyim. Başbakanımız, Birleşik Krallık’ın resmi davetlisi olarak Londra’ya geliyor. Beraberinde de gazetelerden üst düzey yöneticileri ve önemli yazarları getiriyor. Gazetenin önemli yazarı, yazısını bitirmiş beni bekliyor. "Jan, korteji kaçıracağım herkes bizi bekliyor. Sen yazıyı gazeteye geç arkamızdan gel” dedi. Odada bir ben, bir de elle yazılmış bir deste kargacık burgacık başyazı! Çaresiz masaya oturdum. Oda servisi tam zamanında yetişti. İstediğim buzlu limonatayı getirmiş dışardan sesleniyor. Kapıyı açmamla masanın üzerindeki notlar odanın ortasına uçtu. Kominin de yardımıyla topladık kağıtları güç belâ. Ama önemli yazar kağıtlara sayfa numarası koymamış.
Hayat beklenmeyen olaylarla doludur. Bazen öyle olaylarla karşılaşırsınız ki “İnsaf yahu bu kadarı da olur mu?” dersiniz. İşte bu olay da öyle.
Yıllar önce, zamanların birinde, ülkenin bir numaralı medya kuruluşunun İngiltere temsilcisiyim. Başbakanımız, Birleşik Krallık’ın resmi davetlisi olarak Londra’ya geliyor. Beraberinde de gazetelerden üst düzey yöneticileri ve önemli yazarları getiriyor. Londra bayraklarımızla donatılmış. Tarihi birkaç gün yaşanacağı, dünya basınının bu geziden bahsedeceği şüphe götürmez bir gerçek.
Kraliçe, Başbakanın onuruna sarayın bahçesinde geleneksel bir davet veriyor. Birleşik Krallık'ta bunun İngilizce adı “Buckingham Palace Garden Party”. Bu partiler Birleşik Krallık'ın en önemli resmi davetlerinden biri sayılır. Ben de davetliler arasındayım. Otelin lobisinde bizim kortejin toplanmasını ve saray araçlarının gelmesini bekliyoruz.
Resepsiyon müdürü koşarak yanıma geldi.
-“Odanızdan istiyorlar.”
Merak içinde yukarı çıktım.
Gazetenin önemli yazarı, yazısını bitirmiş beni bekliyor. Önemli olaylarda gazetelerde Genel Yayın Müdürleri gazete adına yazı yazar. Bazı ülkelerde bu yazıları kalemi kıvrak önemli yazarlar yazar, altına da gazetenin imzasını atarlar.
Önemli yazar elime bir deste kağıt tutuşturdu.
-“Jan, korteji kaçıracağım herkes bizi bekliyor. Sen yazıyı gazeteye geç arkamızdan gel” dedi.
Böyle davetlerde, sonradan davet yerine gidemezsin. Hele her olayın en ince noktasına kadar kurallara bağlandığı İngiltere’de imkânsızdır. Üstelik de saraya elini kolunu sallayarak gidip “Korteji kaçırdım” diyerek içeri girmeye çalışmak gülünç olmak demektir.
Önemli yazar mesajımı bakışlarımdan aldı.
-“Tamam tamam anladım, ama sen bu işlerde ustasın bir yolunu bulup girersin içeri! Gazete baskıyı bekliyor hemen geç yazıyı” dedi ve fırladı gitti.
Odada bir ben, bir de elle yazılmış bir deste kargacık burgacık başyazı! Çaresiz masaya oturdum.
Telefon çaldı. Gazetenin gece editörü. “Yazı...yazı..” diye feryat ediyor.
-“Tamam fakslayacağım”
-“Hayır, hayır fakslama, zaman yok. Oku telefonda.”
Okumaya başladım. El yazısını güçlükle okuyorum, okuyamadıklarımı da cümlenin akışına göre tahmin ediyorum. Hava sıcak, Pencereler ve balkon ardına kadar açık ama yine de terliyorum. Gece editörünün baskısı, yazıyı okumanın güçlüğü, dehşetli stres yaratıyor. Sular akıyor boynumdan aşağı. Paçalarıma doğru süzülüyor ter. Yazı, küçük not kağıtlarına yazılmış on beş sayfa kadar. Bir yarı daha kaldı okunacak. Oda servisi tam zamanında yetişti. İstediğim buzlu limonatayı getirmiş dışardan sesleniyor: “Oda servisi” Ama kapı arkadan kilitli. Kağıtları masanın üzerine bıraktım.
Otel odasının kapısını açmamla...
Kapıyı açmamla masanın üzerindeki notlar odanın ortasına uçtu.
Kominin de yardımıyla topladık kağıtları güç belâ. Ama önemli yazar kağıtlara sayfa numarası koymamış. Zaten yazısını okumak sorun, bir de sayfalar karışınca hepten sorun. İyi ki masa pencereye yakın değil. Başyazı caddeye bile uçabilirdi! Şükretmeyi öğretti babam daha ilkokul sıralarında.
Gece editörü telefonda çıldırmış. “Baskıyı kaçıracağız” diye feryat ediyor.
Ama benim durumu bilmiyor. Sesi asap bozucu. Üstelik soru da soruyor!
-“Emin misin böyle yazdığına?”
Ne dersin? “Sayfalar karıştı” mı diyeceğim?
-“Faks geçmemi ister misin?”
-“Hayır zaman yok. Ben doğrudan sayfaya giriyorum”
Gece editörü haklı. Okuduklarım bana da bir şey ifade etmiyor! Acaba sayfalardan biri yatağın altına mı kaçtı? Aramaya zaman yok!
Nihayet yazı bitti. Bitti ama, son cümle, yazının son cümlesi gibi gelmedi bana!
Editör de bunu anlamış hâlâ söyleniyor.
-“Bu yazı bana bir garip geldi!”
-“Çok doğru bana da garip geldi. Ama yapacak bir şey yok! Beğenmedinse sen otur baştan yaz”
Tepem attı. Telefonu kapattım. Yine çaldı.
Editör fena sıkışmış. Panik içinde.
-“Mahvolduk! Rotatifler dönmek üzere. İkimizi de atacaklar işten Jan. Sıradan bir yazı değil ki bu…”
Haklı. Genel Yayın Müdürü çakarsa gözünün yaşına bakmaz. Hele önemli yazarın öfkesiyle de birleşirse, yakarlar hepten. İş bulamayız ömür boyu. Durum hiç hoş değil. Yine de moral vermek gerekir. Çıkmayan candan umut kesilmez!
-“Sen gir yazıyı öyle. Panikleme! Sakin ol! Derin nefes al! Genel Yayın Müdürü okumaz. Önemli yazar ise ne diye okusun kendi yazısını? Zaten okuyucu hiç okumaz böyle yazıları! Hem okusalar da pek anlayan çıkmaz!”
Cevap vermedi editör. Yüzüme kapattı telefonu. Oysa amacım moral vermekti!
Terden ve yorgunluktan perişan olmuştum. Saray daveti umurumda değil. Otelden çıktım. Yürümeye karar verdim. Sakinleşmem, açılmam, rahatlamam gerekir! Ekip ertesi sabah dönüyor. Geceyi büroda koltukta geçireceğim.
Ve ertesi gün..
Havaalanından gelen telefonla uyandım. Önemli yazar telefonda çıldırmış bağırıyor.
-“Jan! Ne biçim yazı bu?
Bana soruyor kendi yazısını! Anlatamazsın ki Rüzgârın Oyunu diye.
-“Ne olmuş?”
-“Ne olacak ulan? Yazının başı kıçı karışmış! Anlamsız bir yazı olmuş”
-“Tamam olabilir ama sen onu gece editörüne sor!”
-“Ne diyeceğim şimdi patrona ben? Neden böyle oldu?”
-“Sayfalara sıra numarası koymamışsın” diye başladım sakin sakin, ama yarıya varmadı hikâyem, telefon yüzüme kapandı!
O gün gazetenin telefonları okuyucuların bombardımanına uğramış, “O ne muhteşem başyazıydı!” diye.