Yasanın açık hükmüne rağmen sanıklar hakkında insanlığa karşı suç fiilinden ceza verilmiyor. Bu suçtan ceza verilecek olursa dosya kesin kararla kapatılamayacak. Dava sonuçlandığında herkes günlük hayatın rutinine dönecek ve yaşananlar unutulacak diye umuluyor. Ancak umulan gerçekleşmiyor. 10 Ekim Dayanışması bu oyunu bozuyor. Katliamın ardından örgütledikleri geniş bir dayanışma ağıyla bir yandan önlerindeki aşılmaz gibi duran yargı duvarı üzerinde ciddi bir tazyik oluşturuyor.
Bundan on yıl önce 10 Ekim 2015’te KESK, DİSK, TMMOB ve TTB'nin çağrısıyla düzenlenen Emek, Demokrasi ve Barış Mitingine katılmak üzere Ankara Garı önünde bir araya gelen topluluğa düzenlenen bombalı saldırıda 103 insan öldü, yüzlercesi yaralandı.
Bu katliam Cumhuriyet tarihinin can kaybı bakımından en ağırlarından biri ama asla öncekilerden bağımsız değil, tarihsel akış içinde büyük ve acı hikâyenin bir parçası.
Korku ve dehşetin egemen kılındığı 2015 sürecini kısaca ve kabaca hatırlayacak olursak;
7 Haziran 2015 tarihli genel seçimler HDP ve bileşeni partiler açısından büyük bir başarıyla sonuçlanmıştı. Buna karşılık 2002 yılından bu yana iktidarda olan AKP tek başına hükümet kurabilecek milletvekili sayısına erişememişti.
Ertesi gün çözüm sürecinin önde gelen isimlerinden AKP Genel Başkan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, gazetecilerin soruları üzerine, “HDP bundan sonra çözüm sürecinin ancak filmini yapar” dedi. Bu beyan, seçim yenilgisi alan AKP’nin çözüm sürecinden tamamen vazgeçtiğinin ilanı anlamına geliyordu.
İktidar kanadında moraller bozuktu, “kaos mu istiyorsunuz, alın size kaos” dercesine, bu süreci, devlet şiddetinin ve vahşetin alabildiğine yaşandığı, öldürülen insan bedenlerinin günlerce sokaktan kaldırılamadığı, buzdolaplarında saklandığı bir dönem izleyecekti.
Oysa seçimden oy kaybıyla çıkanlar dışında kimsenin kaos istediği yoktu.
20 Temmuz’da Kobani kentine gitmek üzere Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde toplanan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu üyesi gençlere yönelik bombalı saldırı düzenlendi. İŞİD tarafından gerçekleştirildiği, intihar saldırısı olduğu açıklanan saldırıda 34 genç yaşamını yitirdi, 100’den fazla kişi yaralandı.
Bu saldırıdan iki gün sonra yine Şanlıurfa’nın bu defa Ceylanpınar ilçesinde iki polis evlerinde öldürüldüler. Cinayet şüphelisi kişilerin yakalandığı ve tutuklandığı açıklandı. Bu cinayetler, çatışmaların başlamasının gerekçesi olarak kullanılacaktı ama açılan dava sonunda polisleri öldürmek suçuyla yargılanan sanıkların tamamı beraat edecekler, dosya kapatılacak ve sonuçta polis cinayetleri faili meçhul kalacaktı.
Çatışmalar ve ülkenin içine sürüklendiği gerginlik HDP’lilere, HDP binalarına taşlı, sopalı saldırılarla şiddetlendi. İçinde çalışanların bulunduğu HDP Genel Merkezi ateşe verildi.
Henüz Suruç katliamının yarası tazeyken 10 Ekim 2015’te Cumhuriyet tarihinin en büyük toplu katliamlarından biri yaşanacaktı. Ankara’daki Barış Mitingine İŞİD militanlarınca yapılan intihar saldırısında 103 kişi hayatını yitirecek yüzlerce kişi yaralanacaktı.
Korku, şiddet ve dehşetin egemen kılındığı bir atmosferde yapılan 1 Kasım seçimlerinde Erdoğan’ın istediği olacak AKP tek başına iktidarı sağlayacak çoğunluğa ulaşacaktı.
Amaç hasıl olmuş olacak ki İŞİD saldırıları hız kesti ve durdu. Zamanın Başbakanın Ahmet Davutoğlu’nun Ankara katliamının ardından, “Kasım seçimi sonuçları ‘360 derece’ farklı olacak gibi” şeklinde demeç vermesi amaca ulaşıldığının bir bakıma ilanı gibiydi.
Bütün bu kanlı serinin, organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile buluşması sonrasında Rize’de yaptığı mitingde “oluk oluk kan akacak” dediği döneme denk gelmesi dikkat çekiciydi.
Bu pratiği biz yıllardır yaşıyoruz. Çünkü iktidarını güçlendirmek için bu devletin hep ötekine, tehlikeli olana, düşmana ihtiyacı var. Bunun için toplumun bir kesimini yurttaş olmaktan çıkarıyor, düşman ilan ediyor, yalnızlaştırıyor. ‘Düşmana’ karşı işlenecek suçlar, katliamlar, suikastlar, linç ve pogromlar öncesiyle sonrasıyla organize edilerek gayrinizami, gayri resmi ya da resmi yapılar eliyle gerçekleştiriliyor.
Bir hikâye kurgulanıyor, suçun faili olarak gösterilenlerin önceden belirlendiği, devletin bu yapılarla bağını gösterecek delillerin gizlendiği adına yargılama adı verilen süreçler örgütleniyor.
Sonuçta devlet, suçtaki izlerini ortadan kaldırmak için delili yok ettiği gibi ulaşabilmeyi de imkânsız kılıyor, mevcut hakikat kırıntılarını da algılanamayacak şekilde gizliyor.
Devlet suçları söz konusu olduğunda adalet mekanizmasının üreteceği kararların hakikati yansıtmadığını ve yansıtmayacağını biliyoruz. Zira yargılayan merci ile yargılanan devlet arasında bir ayrım yok.
Bu nedenle 10 Ekim katliamında bütün suç, üç beş sıradan İŞİD militanına yükleniyor, buna inanmamız isteniyor.
Yasanın açık hükmüne rağmen sanıklar hakkında insanlığa karşı suç fiilinden ceza verilmiyor. Bu suçtan ceza verilecek olursa dosya kesin kararla kapatılamayacak, işlenen suç zamanaşımına uğramayacak, devletin suçtaki rolü, suçla bağlantısı konjonktüre göre ve güç ilişkileri değiştiğinde her zaman gündeme getirilebilir, sorgulanabilir olacak çünkü.
Devlet, bu ihtimali bertaraf edici kararlar istiyor yargıçlardan. Bu nedenle yargıçlar devletin ve elbette kendilerinin de başını derde sokacak kararlar vermekten kaçınıyorlar.
Dava sonuçlandığında herkes günlük hayatın rutinine dönecek ve yaşananlar unutulacak diye umuluyor.
Ancak umulan gerçekleşmiyor. 10 Ekim Dayanışması bu oyunu bozuyor. Katliamın ardından örgütledikleri geniş bir dayanışma ağıyla bir yandan önlerindeki aşılmaz gibi duran yargı duvarı üzerinde ciddi bir tazyik oluşturuyor, öte yandan adalet arayışında alternatif yapılar, buluşmalar yoluyla hafıza çalışmalarını sürdürüyor, daha ötesini de tahayyül etmekten vazgeçmiyorlar.
Ne iyi ki varlar, 10 Ekim Dayanışması gibi iyi örnekler sayesinde umut etmekten vazgeçmiyoruz.