Emine Yıldırım’ın ilk uzun metraj filmi “Gündüz Apollon Gece Athena” festivallerle başlayan yolculuğunun ardından Türkiye’de vizyona girdi. Annesinin hayaletini arayan Defne ve ona eşlik eden hayaletleriyle izleyicisini “ferahlatan” filmi ve bir türlü yüzleşip huzura erdiremediğimiz hayaletleri yönetmen Emine Yıldırım’dan dinledik.
“Bu dünyayla” hesaplaşması bitmemiş, huzura kavuşmamış, arafta kalmış ruhlar… Hayaletler. Her biri, görünmez bir ağırlıkla yaşamın tam ortasında varlığını hissettiriyor. Akıllara ilk olarak ürkütücü, doğaüstü varlıklar gelse de bazı hayaletler o kadar da korkutucu değil.
Türkiye’de hikâyesi yarım kalan, o kısacık hikâyesi de tam bilinmeyen; acılarıyla aslında her zaman aramızda olan hayaletleri, ruhu huzura kavuşmamışları düşünün. Geçmişin karanlığını bugüne taşıyan bu gölgeler, katliamlara, faili meçhullere, zorla kaybedilenlere, kayıplara, kadın cinayetleriyle hayattan koparılmış olanlara dair. Bu hayaletler hâlâ aramızda, hafızamızda yaşıyor.
Yapımcı ve senarist, belgesel ve kısa film yönetmeni Emine Yıldırım, kollarını bu kez ilk uzun metraj filmi için sıvadı. Beş yıllık emeğin sonunda ortaya çıkan “Gündüz Apollon Gece Athena”, bu hayaletlerin hikâyesini anlatıyor ve ruhlarının huzura kavuşmasının aslında biz geride kalanlara bağlı olduğunu hatırlatıyor. Hayaletler ve kayıplardan söz ediyoruz, ama film seyircisini karanlıklara çekmiyor; aksine, yüz güldürmeyi başarıyor. Yıldırım ve ekibin yola çıkarkenki pusulası da bu olmuş: “Film ferahlatıcı olacak, seyircisine iyi hissettirecek.”
Ezgi Çelik, Barış Gönenen, Selen Uçer, Gizem Bilgen, Deniz Türkali, Lale Mansur, Neyra Kayabaşı ve Melih Düzenli’nin rol aldığı, ağırlıklı olarak Side Antik Kenti’nde çekilen “Gündüz Apollon Gece Athena”, yılın en iyi yapımlarından biri olarak öne çıkıyor. Tokyo Film Festivali’nde ödül alan ve Japonya’da gösterime giren film, geçen günlerde Adana Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Yarışma kapsamında Türkiyeli izleyiciyle buluştu. Film, ödülle döndüğü festivalin ardından, salondan çıkan izleyiciler ve sinema yazarlarının olumlu eleştirileriyle vizyon yolculuğuna devam ediyor.
Yıldırım, “İnsanlardan kaçamayız; insanları dinlemek ve yanlarında olmak zorundayız” diyor. Biz de yönetmen Emine Yıldırım’la “Gündüz Apollon Gece Athena” filmini ve bir türlü yüzleşip huzura erdiremediğimiz hayaletleri konuştuk.
Filmin aklınıza düştüğü anı merak ediyorum, oradan başlayalım mı?
O dönem memlekete dair ciddi bir aidiyet sorunu yaşıyordum. Kendimi buraya ait hissetmiyordum ya da daha doğrusu, hissettirilmiyordum. Kadınlara, muhaliflere, farklı düşünen herkese yönelen sistematik bir zorbalık var. Yaşam hakkımın elimden alındığını hissediyordum. Tüm bunlar Türkiye için yeni değil elbette ama bu kadar yakından deneyimlemek beni ister istemez bazı şeylere itti. O noktada düşündüm: “Zaten her şey bu kadar zor ve korkunçken, eğer bir film yapacaksam, bu film bana iyi gelen, şifalı bir şey olmalı.” Çünkü bir filmi yapmak yıllar sürüyor; büyük bir emek, para ve sabır istiyor. Bana iyi hissettirmeyecek bir şeyle neden bu kadar uğraşayım ki?
Böylece hikâye yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Filmin hem mizahi hem şefkatli, duygusal bir tonu olmasını istiyordum ama meseleleri seyircinin yüzüne çarpmadan hatırlatmak da önemliydi. . Benim ve birçok insanın hayatında önemli olan meseleleri... Bunları bir araya nasıl getirebileceğimi düşünürken, birçok şey aynı anda gelişti. Side Antik Kenti’ne yaptığım yolculuk, Ezgi’yle çalışmak istemem, o dönemde stand-up’a başlamam… Tüm bunlar filmin tonunu belirledi. Mizahı nasıl dahil edeceğim üzerine çok düşündüm. Dilde Mahalli de daha yolun başında yanımızdaydı. Zor olacağını biliyorduk. Projenin başında herkesin ilk sorusu “Bunu nasıl yapacaksınız?” oldu. Alışılmışın dışında bir işti. Oysa Türkiye sinemasında 80’lerde fantastik ve absürt komedi örnekleri vardı. Bugün o ruh azalmış olsa da biz inatla, deneye yanıla filmin finansmanını bulduk ve yaptık. Bazen ben bile inanamıyorum. Sanki ikimize de garip bir irade geldi; bu filmi bir şekilde yapmamız gerekiyordu. Ve öyle de oldu.
Yaklaşık beş yıllık bir hazırlık süreci var filmin. Böylesi uzun bir süreçte en başından beri pusulanız neydi?
En başından beri şunu biliyorduk: Bu film ferahlatıcı olacak, seyirciyi iyi hissettirecek. Ama didaktik, öğretici ya da propaganda gibi olmayacaktı. Çünkü uzun süredir senarist ve yapımcı olarak çalışıyorum ve biliyorum ki insanlara kafasına vura vura hiçbir şey anlatamıyorsunuz. Sinema böyle bir mecra değil. Seyirciyi büyülemeniz, baştan çıkarmanız gerekiyor. Bu farkındalıkla senaryoyu kurduk, hikâyeyi akıcı hale getirmek için çok uğraştık. Ursula Le Guin’in "Yerdeniz Üçlemesi"nden bir örnek hep aklımdadır. Le Guin bir röportajında der ki: “Okur altmış sayfa boyunca karakteri izler, altmışıncı sayfada onun siyah olduğunu öğrenir.” Ne kadar doğru bir strateji! Önce seni içine alır, sonra algını kırar. Biz de filmde tam olarak bu tür bir zanaatkârlığın peşine düştük. Tüm bu parçalar birleşince film kendiliğinden şekillendi diyebilirim.
Hayaletler üzerinden hikâyeyi anlatma fikri nereden çıktı?
Defne karakteri asosyal, insanlardan kaçan bir karakter. Ama birden hayalet görmeye başlıyor. “Al sana biraz daha insan. Şimdi kaçamazsın da!” deme fikrinden, bu kontrasttan yola çıktık. Buradaki meselem şuydu aslında, “İnsanlardan kaçamayız, insanları dinlemek ve yanlarında olmak zorundayız.” Bu hayaletlerin her birinin bir temsiliyeti, bir metaforu ve toplumsal bir anlamı var. Ama benim için önemli olan yalnızca bu değildi. Onların birer karakteri, kişiliği, duyguları da olmalıydı. Bu dünyaya ait olmaya devam eden bu figürlerle empati kurabilmek çok önemliydi. Hikâye de tam olarak bu kontrasttan, yani kaçma isteğiyle yüzleşme zorunluluğu arasındaki gerilimden doğdu.
En dikkat çeken karakterlerden biri Hüseyin. Kendisi zorla kaybedilen, kayıplardan biri ve biz Hüseyin’in hayaletini görüyoruz. Hüseyin’in hikâyesini bu şekilde kurarken sizin bakış açınız neydi?
Hüseyin karakteri aslında çevremdeki, ailemdeki insanlardan esinlendi. Özellikle 80’lerde mücadele etmiş, işkence görmüş, yakınlarını kaybetmiş insanlar var ailemde. Onlarda beni çok etkileyen bir şey fark ettim: Bu kadar ağır şeyler yaşamalarına rağmen içlerinde inanılmaz bir yaşam sevinci var. Sanki “bunca şeyi gördük, hâlâ yaşıyoruz, o zaman devam etmek zorundayız” diyorlar. O direnci, o yaşama ısrarını çok etkileyici buldum.
Zorla kaybedilen Hüseyin'in hayaleti
Spoiler olacak ama merak etmeden duramıyorum. Tanıştığımız diğer hayaletler “huzura” erip bu dünyaya veda ederken Hüseyin için aynı şey geçerli olmuyor. Hüseyin’in yolculuğuna nasıl karar verdiniz?
Eğer Hüseyin’i “öbür tarafa” gönderseydik, bu duyguyu istismar etmiş olurduk. Açıkçası bu kararı çok düşündük — Barış Gönenen’le, Ezgi’yle, Dilde Mahalli’yle birlikte. Ama sonunda şunu hissettik: Hüseyin şu anda gidemez. Çünkü onun hikâyesi bitmedi. Bu mesele çözülmeden, o gitmeden önce yapılması gereken şeyler var. Bir de sanırım Defne’yi yalnız bırakmak istemedi. Ben bazen şöyle düşünüyorum: Hüseyin gitmedi ama Antik de bin yıl sonra gidebildi. Hüseyin de bir gün gidecek elbette, ama henüz zamanı değil.
Sizin yanınızda taşıdığınız, huzura ermesini istediğiniz bir “hayaletiniz”?
Evet, var. Birkaç dostum çok erken yaşta hayatını kaybetti. Bazıları bu dünyadan çok üzgün bir şekilde gitti. Umarım şu anda daha iyi bir yerdedirler. Onları zaman zaman düşünüyorum. Hayat kolay değil çünkü. Elbette bu film bir şefkat ve sevgi peşinde ama ben hayatın kolay olmadığını hiç unutmuyorum. Mutlu olmak, optimist olmak kolay değil. Sanırım yasla da yüzleşmek gerekiyor. Bastırmamak lazım. Ancak o zaman yavaş yavaş geçiyor. Yas dalga dalga geliyor.
Filmde farklı annelik halleri görüyoruz. Defne’nin annesi, çocuğunu bıraktığı için mahvolan klasik “anne” figüründen çok uzak. Diğer yandan, kızına kendini anlatmaya çalışan bir anne var. Bu temsillerin her biri kadını, annelikten bağımsız biçimde kadın olarak var ediyor. Bu temsilleri nasıl kurguladınız?
Birbirinden çok farklı annelik halleri var, hepsini kucaklıyoruz. Filmde gördüğümüz tüm kadınlar, geçici birer anne figürü aslında. Annelik benim için çok geçişken, çok akışkan bir şey. Bu “kutsal annelik” anlayışı ise kadınlara büyük zarar veriyor. Kadınları yalnızlaştırıyor. Buna tamamen karşıyım. Aslında “bir çocuğu bir köy büyütür” derler ya, ben de buna inanıyorum. Çocuğun bakımını sadece anneye yüklemek doğru değil. Dolayısıyla filmde bu farklı annelik biçimlerini hem göstermek hem de normalleştirmek istedik.
Ama seyirciden gelen tepkiler arasında ilginç şeyler de var. Özellikle erkek izleyiciler, Defne ve annesinin ilişkisini anlamakta zorlanıyor. Bazıları “yetersiz buldum o kısmı” diyor. Oysa bana göre orada anlatılan, çok katmanlı ve karmaşık bir anne-kız ilişkisi. Annelerle kızlar arasındaki dinamik, oğulların anneleriyle kurduğu ilişkiden çok farklı. “Kutsal annelik” fikri daha çok erkek çocuklar üzerinden kuruluyor gibi geliyor bana. Ama annelik dediğimiz şey böyle tek tip, idealize edilmiş bir duygu değil. Kadınlar annelikle ilgili “mükemmel hisler” taşımak zorunda değil. Bu da gayet insani ve doğal bir şey.
"Bir şekilde buradayız, beraberiz, devam ediyoruz"
Filmin mekanla çok güçlü bir bağı var, Side Antik Kenti’ni nasıl seçtiniz?
Side gerçekten çok özel bir yer. Oradaki yapılar ve evler hâlâ insanlar tarafından kullanılıyor, yani kent hâlâ yaşıyor. Kaldığınız evde, binlerce yıllık bir kolonun yanında uyanıyorsunuz. Orası hâlâ yaşayan bir yer, bu bana çok ilginç geldi. Burası hem yaşıyor, hem geçmişin hayaletlerini taşıyor, hem de katman katman bir his veriyor. Size köklerinizi hatırlatan bir his veriyor; çok eski bir kök hissi. Oraya gittiğimde şunu hissettim: Ben bunu yaşıyorum, insanlar binlerce yıldır bunu yaşıyor ve hâlâ devam ediyor. Ben bunun çok küçük bir parçasıyım ve bu okey. Böylece insanlığın ve beşeriyetin büyük bir parçası olma hissi geliyor. Bu bana çok iyi geldi, oradan beslenmek istedim. Görsel olarak da inanılmaz bir yer; sinema yaparken seyirciye görsel bir deneyim sunmak zorundasınız. Gökyüzü, deniz, yapılar… Bunların hepsi filmi destekleyen unsurlar oldu. Turizm ajansları tadında konuşuyorum gibi olacak ama gerçekten bu coğrafyada o kadar güzel yerler var ki… Başka bir ülkede yaşarken düşünemiyorum kendimi. Sanırım biraz da onu hatırlatmak istedim.
Başlarken memleket ve aidiyet ilişkilerinden söz ettiniz. Filmin izleyiciyle buluşması, festival yolculuğu… Bu aradığınız aidiyet hissine nasıl bir katkı sağladı?
Açıkçası çok mutlu oldum. Çünkü istediğimi yaptım. “İnanılmaz bir şey başardım” demek gibi değil ama kalbimdeki en önemli değere ihanet etmedim. Bu yüzden çok mutluyum; böyle bir şey yapabildiğim için minnettarım. Öldüğümde pişmanlık duymayacağımı bilmek benim için çok değerli ve umut verici. Üstelik her gün, tanımadığım insanlardan teşekkür mesajları alıyorum. “Bu filmi yaptığınız için teşekkürler, bana çok iyi geldi” diyorlar. Benim için en önemli şey de bu: Arkadaşlar yalnız değilsiniz, hepimiz farklı duygulardan geçiyoruz. Ve bir şekilde buradayız, beraberiz, devam ediyoruz. Kolay değil, biliyorum. Ama bu hissi hatırlatmak çok önemli. Çünkü kolaycılık tehlikeli; vazgeçmek kolaydır. Sevgi veya dayanışma belki popüler değil ama olsun. Bu yüzden gerçekten çok mutluyum. Bunu kibirli bir yerden söylemiyorum; sadece “bir nebze de olsa faydam oldu” hissinden hareket ediyorum.