Seyyar satıcılar/lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Kamışlı’da bizim evin önünden geçen tek sokak satıcısı sütçü Ankine değildi. Kişisel hafızamda yer etmiş, çocukluk yıllarımdan çıkagelip zihnimdeki kolektif hafızayı etkileyen tek hatıra da onunla ilgili değil elbette. Benim görsel hafızamda Ankine nasıl Çarents’in şiirindeki Nayirili kızları temsil ediyorsa, ‘Dawdekıt’ veya ‘Kıtto Dawud’ [Cüce Davut] diye anılan sokak satıcısı da kolektif hafızadaki Chaplinvari unsurları temsil ediyor. Ellili yaşlarında, çok kısa boylu bir adamdı. Şaşkın bir yüz ifadesi, kocaman, kır bıyıkları vardı. Genellikle sabahları gelirdi. Bacakları hafif çarpıktı, belki de şalvardan öyle görünüyordu. Kahke satardı. Simit benzeri bir tür tuzlu çörekti bu. Müşteri geldiğinde, bazen, kafasının üstünde taşıdığı büyük tepsiyi indirmeye üşenir, kahkeyi elindeki, sapı kavisli, incecik bambu bastonla, doğrudan tepsinin içinden alırdı. Biz çocuklar adamcağızın ismiyle ve boyunun kısalığıyla dalga geçer, arkasından gülüşürdük. Çabucak sinirlenir, mırıldanarak, küfreder gibi, birtakım anlaşılmaz sözler söylerdi. İlk kez bir Chaplin filmi izlediğimde aklıma hemen Dawdekıt gelmişti. Kafasına yumruk yedikten sonra ayakta durmaya çalışan o muhteşem berduşun, Şarlo’nun arkadan görünüşü, elinde incecik bastonuyla, başının üstündeki tepsiyi dengede tutabilmek için ayaklarını sürüyerek, yavaş yavaş yürürken şalvarının arka kısmı sağa sola sallanan, kısacık boylu Dawdekıt’ınkinden farksızdı. 

Kamışlı’da, özellikle yaz aylarında çok seyyar satıcı olurdu. Akşamüstleri başka bir kahkeci gelirdi: Tultsug [Beceriksiz] Hagop. Önce, uykulu sesinden, upuzun nidası işitilirdi: “Kaaahk…!” Çok geçmeden, bembeyaz, pırıl pırıl gömleği, paçaları kıvrılmış kahverengi pantolonu ve eskimiş sandaletleriyle kendi çıkardı ortaya. Sattığı susamlı açmalar enfes olurdu. Annem ona akrabamızmış gibi davranırdı. Tam olarak kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim ama annemden dolayı, ona karşı doğal bir sevgim vardı. Onun için “yarım akıllı” derlerdi ama benim gözümde iyi yürekli, nazik bir yetişkindi. Bana hep gülümser, sevgi gösterirdi. Belki biraz Sarkis dayımı andırdığı için de seviyordum onu. Annem ondan kahke alır, parayı hep fazla verirdi. ‘Giyom Tell’ dendiğinde, bazen Hagop gelir aklıma. Giyom Tell’in yüz yıl süren uykusundan uyanıp esnediğini ve Hagop gibi, uykulu bir sesle “Kaaahk” diye bağırdığını hayal ederim.

En çok sevdiğim sokak satıcısı ise, mahallemize hem yazın hem de kışın gelen, uzun saçları ve sakalları gibi beyaz kıyafetler giyen, yaşlı bir adamdı. Kışın sahlep satardı. Onun sesini duyar duymaz evden bir bardak alıp dışarı fırlardım. Satıcı bardağa salebi doldurur, üstüne toz tarçın serperdi. Dumanı tüten salebi dökmemek için bardağı dengede tutmaya çalışarak, bir yandan da aceleyle, tarçının muhteşem kokusunu içime çeke çeke eve dönerdim. Okula gitmeden önce, tazecik ekmeği bana bana o sahlebi siler süpürürdüm. Aynı adam, yaz aylarında şerbet ve dondurma satardı. O buz gibi limon ve vişne şerbetlerinin benzerine bir daha hiçbir yerde rastlamadım. Hâlâ, ‘vişne’ kelimesini ne zaman işitsem, damağımda o müthiş lezzeti hissederim.

Biz çocukların, tekerlekli el arabalarında ve sokak tezgâhlarında satılan her yiyeceği ve içeceği almasına izin vardı – falafel hariç. Nedense herkes, sokak falafelinin, satıcılar temiz olmadıkları için insanı zehirleyeceğini düşünürdü. Ama galiba asıl neden çok ucuz bir yiyecek olması, satıcılarının da çok yoksul oldukları için hakir görülmeleriydi. Ve tabii, yasak olan ne varsa cazip gelir insana. Çocukken canım öyle çok falafel çekerdi ki... Satıcıların o köfteleri lavaşa sarıp, içine türlü çeşit garnitür ve baharat ekleyişlerini, müşterilerin o dürümü hayatta yedikleri en leziz şeymiş gibi ısırışlarını imrenerek izlerdim. Gelin görün ki, büyüklerimden ne zaman bana falafel almalarını istesem, bana bir tür iğrenme ifadesiyle, dünyadaki en tuhaf insanmışım gibi bakarlardı.

Ama işte, ilahi adalet diye bir şey var. Bir gün bize ziyarete gelen bir akrabamız bana birkaç kuruş verdi. Parayı cebime koydum; kararlıydım, falafel dürüm alıp mideye indirecektim. Kilisenin sokağından geçen falafelciyi aramaya çıktım, nihayet buldum. Adam dürümümü hazırlarken ağzım sulanmıştı. Parayı uzatıp dürümü aldığım an, birinin bana doğru koştuğunu fark ettim. Babamın kuzeni Haço’ydu; “Hey, hey, hey! Dzo, tun eşiz?” [Ulan, aptal mısın sen?] diye bağırıyordu. Ben öyle afallamış hâlde dururken geldi, mükemmel bir tekmeyle dürümü havaya savurdu. Ayağı elime değmemişti bile. Dürüm havada birkaç kez döndükten sonra inişe geçti ve yere değdiği an patladı. Hayatımda gördüğüm en acıklı gösteri uçuşuydu bu. Domatesler, marullar, soğanşar, falafel parçaları sokağın her yanına saçılmıştı; bir uçak kazasının ardından enkaza bakıyordum âdeta. Haço yakama yapışmış, öfkeyle “Salak mısın oğlum, zehir o zehir!” diye bağırıyordu. 

İlk falafel maceram işte böyle son buldu.

İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz

Kategoriler

Kültür Sanat



Yazar Hakkında