Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin, 2015’te Dört Ayaklı Minare önünde katledilmesinin üzerinden 10 yıl geçti. Failler hâlâ ortaya çıkarılmadı. Gazeteci Burcu Karakaş, "Hakikatin Peşinde: Tahir Elçi" kitabında Elçi’nin yaşamını, mücadelesini ve bıraktığı mirası anlatıyor.
Tahir Elçi, hayatı boyunca hukukun üstünlüğüne ve hakikate duyduğu inançla, bu uğurda verdiği mücadeleyle tanındı. Cizre’de başlayan yolculuğu, Diyarbakır başta olmak üzere Kürt coğrafyasında, insan hakları mücadelesinin en karanlık dönemlerinde bir direnişe dönüştü. Bir hukukçu olarak, faili meçhullerin izini sürdü, davaları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı, cezasızlıkla mücadele etti. Meslek etiğine sıkı sıkıya bağlı kaldı.
Dili sert değil ama kararlıydı. Hukuku bir mücadele alanı kadar bir diyalog zemini olarak da gördü. En gergin anlarda bile barış talebini dile getirmekten vazgeçmedi. Bu memlekette amasız fakatsız barış diyenlerin başına gelenleri ve kendisinin de benzer bir sonu olabileceği ihtimalini hep biliyordu. Ancak kararlılığının ve sözünü esirgemeyen tavrının, onu giderek daha görünür ve dolayısıyla daha hedef alınabilir biri haline getirdiği bir dönemdi.
"Beni de Hrant Dink gibi vurabilirler"
Ve Tahir Elçi cinayetine giden taşları ören o malum canlı yayın...
Elçi ölümünden bir ay önce, 14 Ekim 2015’te CNN Türk’teki “Tarafsız Bölge” programında, “PKK, terör örgütü değildir. Silahlı, siyasal bir harekettir” dedi. Bu sözleri nedeniyle hakkında “terör propagandası yapmak” suçlamasıyla soruşturma açıldı. Bu süreçte gözaltına alınan Elçi, serbest bırakılmasının ardından tehditlerle karşı karşıya kaldı. Ölümünden önceki bu süreç, Elçi’nin hedef haline getirildiği malumun ilamıydı. Kendisi de durumun farkındaydı. Ancak serbest bırakılmasının ardından kendini her daim güvende hissettiği Diyarbakır'a döndüğü bir gece, abisine "Beni de Hrant Dink gibi vurabilirler" dediği, bilinen bir şey değildi.
Bu bilgiyi, gazeteci Burcu Karakaş'ın, Elçi’nin ölümünün 10. yılında yayımlanan "Hakikatin Peşinde: Tahir Elçi" kitabından öğreniyoruz. Karakaş, İletişim Yayınları tarafından yayımlanan kitabında Elçi’nin çocukluk ve üniversite yıllarından avukatlık serüvenine; hak mücadelesinden insani yönlerine kadar yaşamını tüm boyutlarıyla anlatıyor.
Ve elbette Tahir Elçi aydınlatılamayan cinayeti ve yargı sürecini de...
Tahir Elçi, takvimler 28 Kasım 2015’i gösterirken Diyarbakır’ın Sur ilçesinde, hendek operasyonları sırasında zarar gören Dört Ayaklı Minare önünde bir basın açıklaması yaptı. Konuşmasında bölgede devam eden çatışmaların tarihi eserler üzerindeki yıkıcı etkisine dikkat çekmiş ve “Bu kadim bölgede silah, çatışma, operasyon istemiyoruz” dedi. Ancak açıklamanın hemen ardından bölgede çıkan çatışmada Elçi başına isabet eden kurşunla vuruldu.
Yıllarca süren davada Haziran 2024’te üç polis hakkında beraat kararı verildi. Bu karara yapılan itirazın reddedilmesinin ardından dosya Anayasa Mahkemesi’ne taşındı. Ancak Tahir Elçi’yi ölüme götüren süreç tam anlamıyla hâlâ aydınlatılamadı, adalet arayışı devam ediyor.
Tahir Elçisiz bir barış ihtimali
Türkiye bugün, uzun bir aradan sonra “barış” umudunun yeniden konuşulduğu yeni bir döneme girmiş durumda. Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nda Cumhuriyet Halk Partisi tarafından görevlendirilen isimler arasında Elçi’nin eşi Türkan Elçi de yer alıyor. Komisyonun dinlediği kurumlar arasında Tahir Elçi Vakfı da var. Fakat hukuka tutkuyla inanan, insan hakları savunuculuğunu yaşamının merkezine yerleştiren ve öldürülmeseydi bu süreçte söyleyeceği çok şey olan Tahir Elçi, ne yazık ki yok. Karakaş, Elçi’nin yokluğunu “Olmaması yeri doldurulamaz bir eksiklik” sözleriyle anlatıyor. Bu kitabı da hafızasızlığa karşı yazdığını söylüyor.
Karakaş ile kitabın raflardaki yerini almasına günler kala buluştuk. Kitabı, yazma sürecini ama en çok da Tahir Elçi'yi konuştuk.
Bir Tahir Elçi Kitabı yazma fikri nasıl çıktı ortaya?
Bu sene Tahir Elçi’nin ölümünün 10. yılı, onu anlatan bir kitap yazmak istedim. 2015 çok karanlık bir yıldı, 7 Haziran seçimlerinden sonra ülke adım adım şiddetin tırmandığı bir döneme girdi; sokağa çıkma yasakları, canlı bombalar, Cizre bodrumları… Ne yazık ki hafızasızlığın, unutma pratiğinin yaygın olduğu topraklarda yaşıyoruz. Bu unutma pratiğine karşı yazmak istedim, çıkış noktam buydu. İlk olarak eşi Türkan Elçi’ye bahsettim fikrimden, olumlu dönüş alınca çalışmalara başladım.
Tahir Elçi’nin doğduğu Cizre’yi anlatarak başlıyorsunuz kitaba. Nasıl kurguladınız?
Sadece Tahir Elçi’yi değil; onun doğduğu, büyüdüğü dönemi ve öldürülmesine giden süreci de Kürt meselesi bağlamında anlatmak gibi bir çabam oldu. Edebi bir anlatım kurmaya çalıştım. Klasik haber dili bu tür hikâyeleri anlatmak için fazla mesafeli kalabiliyor, samimi olsun istedim. Elliden fazla kişiyle görüştüm. Başta bölümler çok net değildi ama anlatılar şekillendikçe kitap da biçim aldı. Can alıcı anlatımlar Cizre’de yoğunlaşınca odak noktası da oraya kaydı. Sonuçta kitap, benim kurduğum kadar, anlatılanların yön verdiği bir hikâyeye dönüştü.
Aile üyeleri, arkadaşları ve yakınlarıyla görüşmek nasıldı?
Cizre’ye, ailesiyle görüşmek için gittim. Sokağa çıkma yasaklarından sonra ne yazık ki ilk ziyaretimdi. Cizre’nin nasıl yıkıldığını, yeniden inşa edildiğini ve oradaki insanların yaşadıklarını epey geç de olsa yerinde görme şansım oldu. Tanıklıkları dinlemek gerçekten zordu. Ama gazeteciyiz, yaşananları dinlemek ve aktarmak zorundayız. Bu tür ağır tanıklıklara maruz kalmak, işimiz gereği hepimizin deneyimlediği bir şey.
Kitapta farklı nesillerden Kürt hukukçularla yaptığınız söyleşiler var. Mahsuni Kahraman’dan alıntılıyorum: “Çevrende bir sürü yargılanan insan var. Kardeşin yargılanmıştır, baban yargılanmıştır, cezaevine gidip gelmişsindir. Kürtlerin hukuk tercihini, bireysel hikâyelerden ziyade, bir bütün olarak adalet özlemi mutlaka etkilemiştir.” Kürt hukukçularla görüşmelerinde neler gözlemlediniz?
Bir yakınınız kaybolabiliyor ya da gözaltına alınabiliyor. Kürtlerin hayatında bu ne yazık ki sıradan bir durum. Görüştüğüm Kürt avukatların çoğu, bu çaresizlik hissiyle baş etmek ve bir şey yapabilmek için bu yolu seçtiklerini anlattı. “Gözaltına alındı, günlerce haber alamadık. O sırada bir avukatın içeri girebildiğini gördüm” mesela, ortak anlatımlardan biri. Hukuka yönelmenin nedeni aslında adalete duyulan sarsılmaz inanç değil. Bir yandan adaletin tesis edeceğine dair umut az ama bir yandan da hakikate erişmek, eşitlik ve adalete erişim için hukukla bağ kuruyorlar. Bu hikâyeler birbirine çok benziyor ve Tahir Elçi’nin hikâyesi de bu hikâyelerden bağımsız değil.
Kitabın üst başlığındaki “Hakikatin Peşinde” de buradan mı geliyor?
Kürt siyasi hareketinin en önemli unsurlarından biri de hukuk mücadelesi. 1990’larda AİHM’e yapılan başvurular bu yüzden çok önemliydi. Devletin Kürt realitesini reddettiği bir dönemde AİHM’e taşınan davalar, hakikatin ortaya çıkmasına alan açtı. Kitabın ismi de buradan geliyor. Hakikatin peşine düşme arzusu. Bu arzu, Kürtlerde avukat olma isteğini tetikliyor. Tahir Elçi de bu sürecin tam merkezindeydi.
Tahir Elçi’nin hukuk mücadelesinin önemli bir bölümünde sonuçsuz ve cezasız kalan davaları AİHM’e taşıdığını görüyoruz. Türkiye hukuk tarihinde bu süreç için önemli bir isim.
Kesinlikle peşini bırakmıyor Elçi. O dönemde Kürtler için geçerli olan durum bugün hem Kürt siyasetçiler hem de birçok insan için hâlâ geçerli. AİHM süreci de bu yüzden önemli. İnsanlar oradan bir sonuç almayı her zaman başaramasa da bir yol, bir mücadele biçimi olarak o kapıyı çalıyorlardı. Ama elbette 1990’ların siyasi konjonktürü bugünkünden çok farklıydı. Daha kolay olduğu için değil aksine çok daha zor bir dönemdi. Fakat Türkiye’nin AİHM’le kurduğu ilişki bambaşkaydı. Uluslararası alanda mahkemenin konumu da güçlüydü. Bugünse durum çok farklı. Bu değişim sadece Türkiye’ye özgü değil. Dünyada yükselen ırkçılık, uluslararası mekanizmaların etkisizleşmesi ve kötülüğün sıradanlaşması ile birlikte AİHM’in işlevselliğine dönüştü. 90’larda AİHM’e başvurmak, çoğu insanın “son çare”siydi. Devlet kapıları bir bir kapanırken, köyler yakılıp inkâr edilirken Kürt avukatlar ve aileler hakikat mücadelesinin bir parçası olarak AİHM’in kapısını çalıyorlardı.
Tekrar kitaba ve Tahir Elçi’ye döneyim. Hayatına bu kadar yakından bakınca sizi şaşırtan şeyler oldu mu?
Tahir Elçi’nin avukatlığı ne kadar çok sevdiğini, hakikate ulaşma konusundaki inancının ne kadar sarsılmaz olduğunu görmek beni çok etkiledi. Türkiye’de özellikle Kürt meselesi ya da devletin taraf olduğu davalar gibi netameli konularda avukatlık yapmak hiçbir zaman kolay olmadı. Buna rağmen hiçbir zaman geri adım atmamış. Bazı vakalarda sonuç alamayacak olmasını tahmin etmesine rağmen meslek etiğine olan inancından vazgeçmemesi, hakikatin ortaya çıkması için sonuna kadar çaba göstermesi çok kıymetli. Normalde savcılık makamının yapması gereken işleri kendisi üstleniyor, olay yerlerine bizzat gidiyor, mağdurlarla konuşuyor, tek tek ayrıntılı notlar alıyor. Savcılığın sunduğu bilgilerle kendi bulguları arasındaki çelişkileri titizlikle ortaya koyuyor. Bir dedektif gibi çalışıyor. Hakikatin ortaya çıkmasına dair derin bir arzusu var ve bunu avukatlık sınırları içinde yapabileceğine inanıyor. Hiçbir dönemde bu inancından hiçbir şekilde vazgeçmemesi çok çarpıcı.
Hak mücadelesinin bizzat öznesi olmuş ve işkencelere maruz bırakılmış biri olmasına rağmen üslubunun sakinliğini öğrendim kitaptan. Böylesine zor anlarda bile sakin bir üslubu var. Siz mücadelesindeki bu dengeyi nasıl yorumlarsınız?
Bu kadar zor bir işi hem hukuk ve etik kurallarına bağlı şekilde bu kadar “kolayca” yürütmesi etkileyici. Üslubu insanları etkiliyor. Tabii ki tek değil ama diplomasiyi birçok meseleyi çözebilecek bir araç olarak görüyor. Hukuku da diplomasinin araçlarından biri olarak kullanıyor. Bu, bazı kesimler tarafından eleştirilen bir yönü olsa da çok sert konuları, Eren Keskin’in de söylediği gibi naif bir dille anlatabiliyor. Bu anlatabilme becerisine herkes sahip değil. Bir tarzı var; vurup kırarak değil, insanlarla iletişim kanalları açarak derdini anlatmak. 90’lı yıllarda zordu, 2015’teki sokağa çıkma yasakları sırasında da çok zordu. Herkesin belirli siyasi hareketler içinde rolleri oluyor. Tahir Elçi de diplomasi yolunu seçti ve bunu hukuk aracılığıyla yapmayı tercih etti. Bu bile bile risk almayı da içeriyor ama o asla geri adım atmıyor.
“O canlı yayın bir dönüm noktasıydı”
2015’teki o canlı yayını bir kırılma noktası olarak nitelendirebilir misiniz?
7 Haziran seçimlerinden sonra Türkiye’nin içine girdiği kaos ortamında diplomatik bir dil kurmak çok zordu; sağduyulu kalmak da öyle. Diyarbakır Barosu’nun Türkiye’deki diğer barolar içinde ayrıksı bir yerde durduğu ve insan hakları perspektifiyle oturttuğu duruşu, önemini bu dönemde bir kez daha gösterdi. Baronun çalışma tarzı ve hayata bakışı hep böyleydi, ama başkan olarak en zor anlarda bile barış talebini dile getirmesi rahatsızlık uyandırıyordu; 2015’te de durum farklı değildi.
Örneğin sokağa çıkma yasakları sonrası Cizre’ye girmeye çalışırlarken polis ve panzerler avukatların önünü kesiyordu. Buna rağmen hâlâ kaymakamı ve valiyi arayarak iletişim kurmaya çalışıyordu. Barış talebini dile getirmesi, o ortamda zor bir işti ama canlı yayının tabii ki bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Üstelik bunu bilinçli bir şekilde yaptı; ne dediğini bilmeyen biri değildi.
“Keşke söylemeseydin” diyenlere, “Birinin söylemesi gerekiyordu” diye yanıt veriyor Tahir Elçi.
O dönem, HDP’nin kriminalize edilmeye başlandığı bir süreçti. Bu kaotik ortamda Kürt siyasi hareketi ve sivil toplum içindeki aktörler sürekli hedef alınıyordu. Canlı yayında yaşanan tartışmada ise Tahir Elçi provoke edilmeye çalışıldı, ama o ısrarla cümlesini tekrarladı ve hukuk çerçevesinde anlatmaya çalıştı. Provokatif bir dil kullanmadı; üzerine gelen baskıya rağmen sakin ve kararlı bir duruş sergiledi. Bence bu olay, hayatı boyunca yaptığı işlerin bir yansımasıydı, ama aynı zamanda o süreçte bir kırılma noktasıydı.
Sizce bu davadaki en kritik durum ne?
Londra Üniversitesi Goldsmiths bünyesindeki Forensic Architecture’ın (Adli Mimarlık) raporuna göre, iki PKK’linin o zaman aralığında Elçi’yi öldürmüş olmaları imkânsız. Diğer yandan, üç polis memurunun Tahir Elçi yönünde doğrudan ateş hattında olduğu ve dolayısıyla her birinin Elçi’yi vurmuş olmasının ihtimal dahilinde olduğu belirlendi.
Ama sokağa çıkıp sorsak “Tahir Elçi’yi PKK’liler öldürdü” cevabını alabiliriz. Bunun bir algı operasyonu olduğunu düşünüyorum. Bu cinayetle ilgili en kritik mesele, söz konusu algının yerleştirilmesi ve gerçeklerin çarpıtılması. O dönemde Elçi hem devleti hem de PKK’yi eleştiriyordu. Biraz da bu sebeple örgüt tarafından infaz edildiği algısı yaratıldı.
Toplum nezdinde Tahir Elçi ile Hrant Dink arasında benzerlik kurulduğunu, acıların birbirini anımsattığını görüyoruz. Yine sizin satırlarınızdan, Elçi’nin tehdit aldığı bir dönemde ağabeyi Mehmet Elçi’ye “Hrant Dink gibi vurabilirler beni” dediğini okuyoruz. Siz ortak noktalar olduğunu düşünüyor musunuz?
Hrant Dink suikasti de “geliyorum” diyen bir cinayetti. Tahir Elçi’nin de Dink’in de hedef gösterilmesi ve sonrasında yaşananlar bunlar benzerlik gösteriyor. Siyasi irade olmadığı sürece, hakikat ne yazık ki ortaya çıkmıyor. Tahir Elçi ve Hrant Dink de benzer süreçler sonucunda katledilen iki isim. Her iki davada da hakikati örtbas etme çabası görüyoruz.
Bu kitabı kimin okumasını istersiniz?
Hukuk öğrencilerin okumasını isterim. Şu an “Artık hukuk mu kaldı” denilse de hukuka inanç ve o ısrar çok kıymetli. Tahir Elçi, buradan bir şey çıkmaz demiyor, her olayın peşine düşüyor ve bir örüntü çıkararak mücadele ediyor. Elçi'nin hayatı boyunca sürdürdüğü bu ısrarı anlatmaya çalıştım, bu nedenle hukuk öğrencileri okusun isterim.