OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Negatif barıştan pozitif barışa

“Geçmişte hatalar, haksızlıklar, zulümler oldu”, demeyen pozitif barışı getiremez. Bunu diyenin de önünde iki iş veya görev vardır. Birincisi, geçmişin yanlışlıklarının, haksızlıklarının, zulümlerinin yol açtığı zararları tamir için neler yapılacağına bakmak ve bunları hayata geçirmek; ikincisi, bu tür haksızlık ve zulümlerin gelecekte de yaşanmaması için gerekli adımları atmak.

 

Son zamanlarda birçok yerde barışın adı geçiyor: Türkiye’de, Ermenistan-Azerbaycan arasında, İsrail-Gazze arasında… Bu, bütün eksikliklerine, handikaplarına, hatta bütün yanlışlıklarına rağmen olması, olmamasından daha iyi bir durum. Gelgelelim, barış tabirini ve kavramını hafife almamak lazım. Barış, hele de uzun, kuşaklar boyu süren çatışmalardan sonra barış, hemen öyle dünden bugüne kurulacak bir yapı, erişilecek bir hal değildir. Dolayısıyla, yukarıda andığım bağlamlarda yaşanan gelişmeleri memnuniyetle karşılamak gerekir belki ama barışın kalıcı olarak tesis edilmesi için de çok yönlü, çok katmanlı, uzun vadeli girişimlerin hayata geçirilmesinin gerekliliğinin farkında olmak ve bunları talep etmek de gerekir. Bu bilinç olmadan beklentileri yükseltmek, sonunda ortaya çıkabilecek hayal kırıklıklarının da daha büyük olmasına yol açabilir. (Geçen iki haftada Agos’ta yayınlanan iki röportaj barışa bu açıdan yaklaşıyordu. Nazan Özcan’ın geçen hafta İsrail-Filistin/Gazze konusunda Doç. Dr. Özge Özkoç ve ondan önceki hafta Türkiye’deki “süreç” hakkında Dr. Nisan Alıcı’yla yaptığı röportajları okumadıysanız okumanızı tavsiye ederim.)

Peki, nedir barış? Barış, pek çok insanın ilk anda aklına geldiğinin tersine, sadece savaş veya çatışma olmama hali değildir. Günlük dile pek yerleşmiş olmasa da ilgili literatürde bunun için negatif barış-pozitif barış ayrımı yapılır. ‘Barışın negatifi mi olur?’ demeyin. Buradaki barış bir şeylerin yokluğu üzerinden tanımlandığı için negatif sıfatıyla tanımlanıyor ki olmaması gereken şeyler de tahmin edebileceğiniz gibi çatışma, kavga, kan… Buna mukabil pozitif barış da olması gerekenler üzerinden tanımlanıyor, ki herhalde asıl barış da budur desek yanlış bir şey söylemiş olmayız.

Kalıcı veya pozitif barış, yalnız çatışmanın değil çatışma beklentisinin veya tahminin de ortadan kalkmasını; zihnin düşünebildiği bir gelecekte çatışma yaşanmayacağına dair insanların güven duymasını; akıllara çatışma ihtimalinin gelmemesini de içerir. Dolayısıyla, barışın iyi anlaşılması gereken zihni ve duygusal bir zemini olmalıdır ve barış süreçlerinde bu zemin oluşturulmalıdır. Karşınızdaki gruba, muhatabınıza güvenmeme, öfke duyma ve/veya onlardan korkma, tehdit olarak görme durumunda iseniz kavga etmiyorsanız bile aranızdaki halin adı barış değildir.

Burada bir parantez açarak bir husustan bahsetmek istiyorum. Şöyle ki, akademik seviyede pek değil ama popüler düzeyde barışın psiko-sosyal şartları arasında sıkça “sevgi”den de bahsedilir. Başka bir deyişle, farklı etno-dinsel veya siyasi gruplardan kişilerin birbirini sevmesinin gerekliliğinden bahsedilir. Tabii ki insanların birbirini sevmesi iyi bir şeydir ama siyasi ve sosyal bir düzen, sevgi gibi hercai, kaygan bir zemin üzerine kurulamaz. Milyonlarca demesek bile yüz binlerce kişinin yüz binlerce kişiyi toplu olarak sevmesinin somut bir zemini de yok. Bu ancak soyut bir laf olabilir. Dolayısıyla, onu veya şunu sevmekten ziyade, barışın duygusal zemini, genel bir güven ortamı yaratmaktan, kolektif öfkeyi, korkuyu, bir kesimin devamlı haksızlığa uğruyormuş hissiyatını ortadan kaldırmaktan; bunların yolu da herkese eşit ve adil biçimde işleyen, öngörülebilir bir hukuk düzeni kurmaktan geçiyor.

Barışın zihni altyapısının bir başka gerekliliği de geçmişte yanlış bir şeyler olduğunu kabullenmekten geçer. Geçmişte bir sorun, hata, yanlışlık, zulüm olduğunu kabul etmeden kalıcı bir barış kurulamaz. Örneğin, bugün Türkiye’de kalıcı barışı tesis etmek için sürecin devlet katındaki muhatapları kendilerini fail olarak görmemekten dolayı pişmanlık duymuyorlarsa -ki duymalılar- yakın ve uzak geçmişten dolayı en azından üzüntü duymaları beklenir ve gerekir ki bunu beyanlarında da açıkça ortaya koymalıdırlar.

“Geçmişte hatalar, haksızlıklar, zulümler oldu”, demeyen pozitif barışı getiremez. Bunu diyenin de önünde iki iş veya görev vardır. Birincisi, geçmişin yanlışlıklarının, haksızlıklarının, zulümlerinin yol açtığı zararları tamir için neler yapılacağına bakmak ve bunları hayata geçirmek; ikincisi, bu tür haksızlık ve zulümlerin gelecekte de yaşanmaması için gerekli adımları atmak. Bu da geçmişte yapılan hataların nedenlerine eğilmeyi, onları dürüstçe ortaya koymayı gerektirir.
Velhasıl, zihniyette değişim olmadan barış olmaz. Bugün Türkiye’de böyle bir değişimin emareleri var mı sorusunu cevaplamayı da size bırakıyorum.