18 Ekim’de Amerika genelinde milyonlar, Trump ve hükümetinin antidemokratik uygulamalarına karşı “Krala yer yok” (No Kings) sloganı etrafında bir araya gelerek protestolar düzenledi. Trump ve destekçileri bu kitleyi “radikal solcular” ve “Amerika’dan nefret edenler” olarak etiketlese de, gösterilere geniş katılım, demokratik sisteme yönelik tehdidin geri püskürtülmesinde umut verici bir işaret oldu.
Amerikalı yazar Jane Smiley, "Some Luck/Biraz Şans" adlı romanında, Iowalı çiftçi Walter Langdon’un hayatının, 1932'de Demokratlara oy vermeye başlamasıyla artık eskisi gibi ‘sıkıcı’ olmadığını yazar. Büyük Buhran, kuraklık ve iki dünya savaşı arasında, büyüyen ailesi ile birlikte sıkışan Walter’ın bireysel tercihindeki değişiklik, aslında o yıl Amerikan politikası için de bir kırılma anına denk gelir. Kasım 1932 seçimlerinde Demokrat aday Franklin D. Roosevelt, İç Savaş’tan bu yana süregelen Cumhuriyetçi ağırlığa son verir. Bu, Roosevelt önderliğinde şekillenecek ve 2. Dünya Savaşı’nı kapsayacak uzun bir Demokratlar döneminin önünü açar.
O yılın ülke seçim haritasına bakan biri, Iowa da dahil neredeyse tüm ülkenin, birkaç istisna dışında, maviye (Demokratların rengi) büründüğünü görür.
Aradan geçen onlarca seçimi atlayıp lensimizi Kasım 2024 seçimlerine çevirdiğimizdeyse, bambaşka bir tabloyla karşılaşıyoruz. Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump, beklentilerin üzerinde bir farkla seçimi kazanıyor. 1930’ların zorlu koşullarından çıkış yolunu Demokratlarda bulan çiftçiler, işçiler, göçmenler, muhafazakârlar, dindarlar, orta sınıf ve “zenginler”in çoğunluğu bu defa Trump’ın liderliğini tercih ediyor. Ve Trump ilk başkanlık dönemi olan 2017-2021 arasında hem içeride hem dışarıda ikircikli, sakar, yalnız ve kararsız bir lider görüntüsü verirken; bu kez kararlı, çekingenliği kaybolmuş, daha hazırlıklı bir kadroyla görevi, daha önce karşısında kaybettiği Joe Biden’dan Ocak 2025’te devralıyor. Bu tercihin yankıları bugün sadece Amerika’da değil, dünyada hissediliyor.
Kaybı kazanca çeviren yol
Oysa ki, ilk başkanlık dönemini kapatan Kasım 2020 seçimlerini kaybetmesinden sonra artık Trump’ın politik ağırlığının zayıflayarak ortadan kalkacağı bekleniyordu. Ne var ki Amerikan sisteminin, özellikle Demokratların, Trump sınavı yeni başlıyordu.
Seçimin ‘kendisinden çalındığı’ iddialarını yüksek sesle her yerde dile getiren Trump, öncülüğünü üstlendiği MAGA (Make America Great Again, Amerika’yı Yeniden Muhteşem Yap) hareketi ve destekçilerinin bu iddia ile 6 Ocak 2021’de gerçekleştirdiği Kongre baskınındaki rolü ve etkisi, 2020 seçim sonuçlarına müdahale iddiaları ile hakkında başlatılan soruşturmalar, Başkanlığı döneminde elde ettiği gizli belgeleri resmi kurumlara bildirmemesi ve başkaları ile paylaşmasına dair haberler, yurtiçi ve yurtdışında karıştığı akçeli iş ilişkileri, yolsuzluk suçlamaları, hakkındaki cinsel saldırı davası ve Jeffrey Epstein bağlantıları gibi çok sayıda soruşturma, yargı süreci ve tartışma ile yıllarca gündemin en ön saflarında yerini bulmaya devam etti. Kendisi ve destekçileri tarafından bu süreçler profil güçlendirmek ve yeri geldiğinde ticari kazanç elde etmek için kullanıldı. Bunların en çarpıcı örneklerinden biri, Georgia eyaleti tarafından kendisine karşı yürütülen 2020 seçim sürecine müdahale soruşturması kapsamında polislerce çekilen tutuklu fotoğrafını (mugshot) kahve fincanına bastırıp satışa sunmasıydı.
Bu süreçte, bazı siyasal gözlemciler, Trump’ın bu spot ışığından ancak güçlenerek çıkacağını dile getirse de, muhalifler cephesinde buna dair sahici bir değerlendirme yapıldı mı, şüpheli. Zira Trump’a verilen destek bu negatif gündem başlıklarına rağmen büyümeye devam etti.
Öte yandan, bu tablonun diğer tarafında bulunan dönemin Başkanı Joe Biden ve Demokratlara yansıtılan ışık da çok parlak değildi. Amerika’nın yıllar süren işgalinden sonra Afganistan’dan çekilirken verdiği son derece kötü ve gayrı insani görüntüler; Suriye, Rusya, Filistin ve İsrail gibi sahalarda sergilenen etkisiz ve ilkesiz dış politika; içeride ise gittikçe derinleşen iç sorunlara karşı gösterilen yetersizlik... Hepsi bir araya geldiğinde, Demokratları devamlı olarak savunmada bıraktı.
Gerçekten de göç, ekonomi ve benzeri meseleler, muhafazakar ve popülist çevrelerce sürekli saldırı alanı haline getirildi. Ne Biden ekibi ne de Demokratlar bu eleştirilere karşı etkili bir yanıt üretebildi. Ne gerekli tepki verilebildi ne de tutarlı ve güven verici bir politika geliştirilebildi. Sonuç olarak, bu tablo toplumun ciddi bir kesiminde derin ve yaygın güven kaybına neden oldu.
Kasım 2024 seçim denkleminin son parçası, o dönem 81 yaşında olan Biden’ın yaşına bağlı sağlık sorunlarının artık gizlenemez hale gelmesi ve buna rağmen Demokrat Parti’nin onun adaylığını onaylaması oldu. Politik ve toplumsal alanda gelişime açık, ilerici ve dinamik olması -yani en azından ‘sıkıcı olmaması’- beklenen Demokratlar, aslında son derece yorgun ve hantal bir sistemin sıradan bir parçası olduklarını göstermiş oldular. Ve bu haliyle, Trump’ın ve destekçilerinin topluma empoze ettiği gündeme karşı bir yanıt üretemeyen, heyecan, umut ya da alternatif yaratamayan bir görüntü çizdiler.
Haziran 2025’te gerçekleşen ve adayların canlı yayında zor sorulara birlikte yanıt verdiği televizyon programında, Biden’ın sergilediği son derece zayıf performans, hem sağlığına hem de yaşına dair süregelen tartışmalara son noktayı koymuş oldu. Biden bundan kısa süre sonra adaylıktan çekildiğini açıklamak zorunda kaldı ve yerine Temmuz 2025’te yardımcısı Kamala Harris, Demokratların başkan adayı olarak gösterildi.
Ancak seçimlere çok az bir süre vardı ve bu hamlede fazlasıyla geç kalınmıştı. Harris, dört yıllık başkan yardımcılığı döneminde -büyük ihtimalle Biden ve ekibi tarafından- sistemli bir şekilde perde arkasında tutulmuş, güçlü bir politik aktör profili çizmesi engellenmişti. Oysa Harris’in ya da başka bir Demokrat figürün, gerçek bir politik öngürü ile, toplum önünde güçlü bir politik kimlik inşa etmesinin önü açılmış olsaydı, bugün bambaşka bir senaryoyu konuşuyor olabilirdik.
Amerikan siyasetinin simgesel olaylara karşı verdiği refleksle birlikte, seçim kampanyası döneminde Trump’a karşı gerçekleştirilen bir suikast girişimi -ve planlama aşamasında engellenen başka bir saldırı - bu hassas dengeyi Trump lehine sağlamlaştırmaya yetti.
Biden’ın başkanlık dönemi ve 2024 seçim süreci, Amerikan politik hayatında, Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında bir pinpon topu gibi gidip gelen, hantal, bürokratik, yolsuzluklarla çevrili, lobi ve şirket menfaatleriyle kuşatılmış yapısını bir kez daha teyit etti. Bu sistemde gerçek bir alternatifin doğması, içten, samimi ve sahici bir değişim yaratacak bir hareketin ve figürün öne çıkması neredeyse imkansız.
"Trump hükümeti ve destekçilerinin çoğunluğu BM gibi çok taraflılık (multilateralism) esasına dayalı kurumlara ve bu yapıların temsil ettiği ilkelere temelden karşı. Trump’ın Ocak 2025’te başlayan ikinci başkanlık döneminde attığı ilk adımlar bu politik duruşun net göstergesi: ABD, BM İnsan Hakları Konseyi ve UNESCO’dan çekildi, Dünya Sağlık Örgütü’nden çıktı ve BM İnsan Hakları Komitesi’nin periyodik gözden geçirme mekanizmasından ayrılma kararı aldı."
Merdivende sıkışan uluslararası düzen
Bu gelişmelerin daha derinlikli analizini siyaset bilimcilere bırakalım. Ama geldiğimiz noktada, sadece Amerika’da değil, dünya genelinde de mevcut ‘uluslararası düzeni’ yerinden sarsan bir sürecin içinden geçtiğimiz tartışmasız.
Bunun örneklerinde biri, 23-27 ve 29 Eylül tarihlerinde, aralarında Trump’ın da bulunduğu çok sayıda liderin, ‘Birlikte Daha Güçlüyüz: Barış, Kalkınma ve İnsan Hakları İçin 80 Yıl’ teması etrafında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kapsamında New York’ta bir araya gelmesi sürecinde yaşananlar oldu.
Bu amaç, Genel Kurul’un yapıldığı binayı çevreleyen geniş alanda alınan olağanüstü güvenlik önlemleri, Genel Kurul’ların ayrılmaz parçası olan protestoları belirli bölgelere sıkıştıran, bölen ve fiilen etkisiz kılan uygulamalar ve Trump ile ekibi başta olmak üzere bazı liderlerin kendi ajandalarını gündemleştirme çabalarının gölgesinde kaldı.
Amerikan basınında Genel Kurul’a dair tartışmalar, Trump ve First Lady Melania kullandığı sırada BM New York binasının yürüyen merdivenlerinin bozulması ile farklı bir tona büründü. Aynı günkü konuşması sırasında prompter da arızalanınca, Trump’a 57 dakika süren -normalde liderlere tanınan süre 15 dakika- doğaçlama bir konuşma yapma yolu açılmış oldu. Trump, bu sürede toplantıya katılan dünya liderlerini, ülkelerini, Avrupa’yı, NATO’yu sert ifadelerle eleştirdi; kendini ve politikalarını uzun uzun övdü. Amerikan medyası günlerce, yürüyen merdivenlerin, Trump’tan rahatsız olan BM çalışanlarınca kasıtlı olarak durdurulmuş olabileceği iddiasına dair BM tarafından bir soruşturma başlatılıp başlatılmayacağını tartıştı. Aynı şekilde, konuşmanın sonunda Trump’ın alkış alıp almadığı da muhafazakâr ve muhalif medya arasında hararetli tartışmalara yol açtı.
Trump hükümeti, onu iktidara taşıyan muhafazakâr Cumhuriyetçilerin bir kesimi ve MAGA ideolojisi BM gibi çok taraflılık (multilateralism) esasına dayalı kurumlara ve bu yapıların temsil ettiği ilkelere temelden karşı. Ve bunu saklama ihtiyacı da duymuyorlar.
Trump’ın Ocak 2025’te başlayan ikinci başkanlık döneminde attığı ilk adımlar bu politik duruşun net göstergesi oldu: ABD, BM İnsan Hakları Konseyi ve UNESCO’dan çekildi, Dünya Sağlık Örgütü’nden çıktı ve BM İnsan Hakları Komitesi’nin periyodik gözden geçirme mekanizmasından ayrılma kararı aldı.
Hükümet, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni de açık hedef haline getirdi. Mahkemenin bazı savcı ve hâkimlerine yönelik yaptırım kararları verildi. Gerekçe olarak, Afganistan işgali sırasında ve Filistin’de, Mahkeme Statüsü kapsamında kalan suçlara dair yürütülen soruşturmalar ve özellikle İsrail Başbakanı Netanyahu hakkında çıkarılan yakalama kararı gösterildi. Son olarak BM’nin Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese de aynı gerekçeyle ABD yaptırım listesine alındı. Tüm bunlara ek olarak, ABD’nin BM bütçesine yaptığı katkılar ve dünya genelindeki insan hakları kurumlarına sağladığı fon destekleri de büyük oranda kesildi.
Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi, dünyada üst üste yaşanan ve milyonlarca insanın ölümüne, soykırımlara, katliamlara, ağır hak ihlallerine, büyük yıkımlara ve kuşaklar arası travmalara yol açan iki dünya savaşının ardından, benzer felaketlerin bir daha yaşanmaması için düşünülüp geliştirilen uluslararası hukuk düzeni mekanizmalarına karşı atılan bu adımlar gelişi güzel değil; siyasi bir yaklaşımın ürünü. Üstelik bu yaklaşım -kabul etmesi zor olsa da- yalnızca Amerika'da değil, dünya genelinde de ciddi bir destek buluyor. Bu durumun, insan haklarının uluslararası ve bölgesel düzeyde korunmasına yönelik güvencelere kısa ve uzun vadede etkileri ise endişe verici olmayı sürdürüyor.
"Bugün ABD’de de muhalif sesler için ifade özgürlüğünü kullanmak, ciddi politik, hukuki ve hatta fiziksel saldırı riskini göze almak anlamına geliyor. Hukuk devletinin haklara dair koruma alanı büyük oranda işlevsiz bırakılıyor. Trump ve kabinesi, otoriter rejimlerin el kitabında yer alan adımları tek tek atıyor ve muhalefetin boş bıraktığı yerlerden ajandasını gittikçe ilerletiyor. Buna dair gelişen direniş ise şu ana kadar dağınık, parçalı, etkisiz ve sürükleyici bir liderlikten yoksun."
İçerisi de kaynamaya devam ediyor
Trump hükümetinin uluslararası hak koruma ve arama alanına karşı yürüttüğü bu müdahale yalnızca uluslararası kurumlara yönelik değil. Deyim yerindeyse içerisi de kaynıyor.
Bunun en güncel örneği, yakın zamanda Amerika’nın önde gelen Trump ve MAGA hareketi karşıtlarından biri olan gece şovu sunucusu Jimmy Kimmel’ın programına karşı başlatılan kampanya oldu. Kimmel’ın Eylül ayındaki bir açılış monoloğunun hedefinde, 10 Eylül 2025’te Utah Üniversitesi’ndeki bir etkinlik sırasında 22 yaşında bir genç tarafından sarsıcı bir suikastla öldürülen, MAGA hareketinin gençler ve üniversite öğrencileri arasında yayılmasında kilit figürlerden biri olan Charlie Kirk olayı üzerinden yürütülen siyasi manipülasyon vardı.
Kimmel, her zamanki gibi siyasi taşlamayla açtığı programında, suikast sonrası MAGA cephesinin olayı politik amaçlarla kullanma biçimini eleştirdi, Trump’ın olay sonrası kayıtsız tavrını ve Beyaz Saray’ın yenilenen balo salonuna dair övgülerini alaya aldı. “Üzüntü” açıklamalarının samimiyetine ise koca bir soru işareti bıraktı. Esasen bu monolog, hem içerik hem ton açısından Kimmel’ın geçmişteki çok daha sert çıkışlarına göre hayli yumuşakken, Trump yanlısı Cumhuriyetçiler ve MAGA hareketi için adeta kıyamet etkisi yarattı. Kimmel’e karşı başlatılan saldırı kampanyasına Federal İletişim Komisyonu (FCC) başkanı da katıldı ve Amerika tarihinde ilk kez, Komisyon’un bazı televizyon yayıncılarına dair ‘yetkilerini’ kullanabileceğini ima etti.
Bu yoğun baskılara karşılık, ABC televizyonu ve ortağı Disney, şovun süresiz olarak askıya alındığını duyurdu. Kötü bir tesadüf -ya da değil- tam da bu sırada, Kimmel’ın programının yayınlandığı bu medya grubunun, Trump yönetiminin onayından geçmesi gereken milyarlarca dolarlık bir birleşme anlaşması nedeniyle baskı altında olduğu basına yansıdı. Programın bu ortamda askıya alınması, bunun gerektirdiği “uyum” politikasının bedellerinden biri olarak okundu. Ancak muhalif kesimden gelen yoğun tepki üzerine geri adım atıldı ve program yayına döndü.
Kimmel’in yayınına dönük bu müdahale, Trump hükümetinin göreve gelmesinden bu yana ifade özgürlüğüne yönelik ilk hamlesi değil. Hükümet, Beyaz Saray basın brifinglerine ve Pentagon’a muhalif basın mensuplarının erişimine dair kısıtlayıcı uygulamalara gidiyor. Bunlar arasında, Associated Press temsilcilerinin “Meksika Körfezi” yerine “Amerika Körfezi” ifadesini kullanmak istemedikleri için akreditasyonlarının iptal edilmesi; ABC, CBS, The New York Times, The Wall Street Journal ve CNN gibi medya kuruluşlarına karşı, yayınladıkları haberler nedeniyle yürütülen hukuki süreçler; bazı basın kuruluşlarına verilen kamu desteklerinin kesilmesi ve Trump, hükümet yetkilileri ile destekçileri tarafından bu yayın organlarının sistematik biçimde “yalan haber”, “halk düşmanı” gibi etiketlerle hedef gösterilmesi yer alıyor.
Oysa ABD Anayasası’nın ek birinci maddesinde (First Amendment) güvence altına alınan ifade özgürlüğü, Amerikan değer sisteminin, demokratik yapısının merkezinde yer alan temel bir hak olarak gösteriliyor. Ama Trump hükümeti ve destekçileri tarafından artık bu hak, yalnızca kendi yankı odaslarında kalan sesler için geçerli sayılıyor. Kirk suikasti sonrası oluşan siyasi atmosfer, bu yaklaşımın çarpıcı bir örneği.
Suikastin Kirk “ifade özgürlüğünü kullandığı sırada” gerçekleşmesinin altını kalın bir şekilde çizen Trump ve destekçileri, bu saldırıya giden yolda muhafazakârların söylem ve politikalarının payını tartışan ve sorgulayan gençleri, ilerici kesimleri, muhalifleri, LGBTQI hareketini ve solu marjinalleştirmekten ve kriminalize etmekten geri durmadı. “Mutlak ifade özgürlüğü” savunuculuğu yaptığını öne süren hükümet destekçileri ise bu bariz çifte standardı görmezden geliyor.
Trump ve destekçilerinin eleştirileri susturma çabaları sadece medyayla sınırlı değil. Üniversitelerdeki sol görüşlü öğrenci hareketleri üzerinde ciddi bir baskı var. Barışçıl protestolar gözaltılarla bastırılıyor, bazı öğrenciler geri gönderme merkezlerinde son derece ağır koşullarda tutuluyor, sınır dışı edilme tehdidiyle karşı karşıya bırakılıyor. Vatandaş olan gençler sosyal medya kara listelerine alınıyor, iş başvurularında veya akademik burs süreçlerinde sistematik biçimde engelleniyor. Üniversitelerin fonları kesiliyor ya da bu tehdit sürekli gündemde tutuluyor. Trump’ı eleştiren ya da ona karşı yürütülen hukuki süreçlerde rol alan avukat ve savcılar soruşturmaya maruz bırakılıyor, hukuk bürolarının devletten aldığı sözleşmeler iptal ediliyor. Demokrat yönetimlerin ağırlıkta olduğu eyaletlere, “güvenliği sağlamak” ve “suçla mücadele” gerekçesiyle federal askeri güçler gönderiliyor.
Yargı da bu politik polarizasyondan ve baskılardan muaf değil. Yüksek Temyiz Mahkemesinde görev yapan ve Cumhuriyetçi başkanlar tarafından atanmış hakim çoğunluğu, kürtaj hakkı ve LGBTQI hakları başta olmak üzere birçok temel hakkı geriye götüren kararlar alıyor. Trump yönetiminin politikalarına hukuki direnç göstermeye çalışan hâkimler ise giderek daralan bir manevra alanında hareket etmeye çalışıyor, karar ve emirleri yerine getirilmiyor.
Sonuç olarak bugün Amerika’da da muhalif sesler için ifade özgürlüğünü kullanmak, ciddi politik, hukuki ve hatta fiziksel saldırı riskini göze almak anlamına geliyor. Hukuk devletinin haklara dair koruma alanı büyük oranda işlevsiz bırakılıyor. Trump ve kabinesi, otoriter rejimlerin el kitabında yer alan adımları tek tek atıyor ve muhalefetin boş bıraktığı yerlerden ajandasını gittikçe ilerletiyor. Buna dair gelişen direniş ise şu ana kadar dağınık, parçalı, etkisiz ve sürükleyici bir liderlikten yoksun.
Nobel Barış Ödülü ironisi
Trump ve destekçileri bu tabloyu elbette bambaşka bir yerden görüyor ve okuyor. Onlara göre Trump o kadar “başarılı” bir lider ki, Başkan olduğu kısa süre içinde -aralarında Ermenistan-Azerbaycan anlaşmasının da bulunduğu adımlarla- sekiz savaşı sona erdirdi ve aslında eleştiriyi değil, Nobel Barış Ödülünü hak ediyor.
Ancak Nobel Barış Ödülü Komitesi bu fikre katılmıyor olacak ki, 2025 ödülünün Venezuela’daki rejim karşıtı muhalefet lideri María Corina Machado’ya verilmesine karar verdi. Komite’nin ödül gerekçesine göre “otoriterler iktidarı ele geçirdiğinde, ayağa kalkıp direnen cesur özgürlük savunucularını tanımak hayati önem taşıyor”du ve Machado, Maduro’ya karşı muhalefeti ile bu ödülü hak ediyordu. Machado’nun ödülün açıklanmasından sonra yaptığı açıklamada ödülü “amaçlarına ulaşma yolunda kararlı desteği için” Trump’a adaması Komite için sarsıcı bir ironi olsa gerek. Özellikle Machado’nun dünyada otoriterlikleri ile tanınan ve anılan çok sayıda aşırı sağcı lider ile yakın dirsek teması ile birlikte değerlendirildiğinde. Ama görünen o ki, Komite’nin Trump’la imtihanı burada bitmeyecek. Trump ekibi, bu konudaki ısrarlarını sürdüreceklerini ve Başkanın 2026 Nobel Barış Ödülünü alması konusunda küresel bir çaba örgütleyeceklerini açıkça ifade etti.
‘Krala Yer Yok’ gösterileri
Bütün bu gelişmelerin, Trump’ın ikinci başkanlık döneminin yalnızca ilk yılında yaşandığını vurgulamak gerek. Önümüzde üç yıldan fazla bir süre var ve sonrasında neler yaşanacağı belirsiz.
Bu kaygı verici tabloya rağmen, umut verici gelişmeler de yok değil. Örneğin, 18 Ekim’de Amerika genelinde milyonlar, Trump ve hükümetinin antidemokratik uygulamalarına karşı “Krala yer yok” (No Kings) sloganı etrafında bir araya gelerek protestolar düzenledi. Trump ve destekçileri bu kitleyi “radikal solcular” ve “Amerika’dan nefret edenler” olarak etiketlese de, gösterilere geniş katılım, demokratik sisteme yönelik tehdidin geri püskürtülmesinde umut verici bir işaret oldu.
Amerika’da ve dünyada yaşanan bu demokratik gerilemeye karşı itirazın ne ölçüde büyüyeceğini, gerçek bir toplumsal harekete dönüşüp dönüşemeyeceğini ve modern dünyada gerçekten “krallara” yer olup olmadığını’ ise zaman gösterecek.
(Ayşe Bingöl Demir, Middlesex Üniversitesi'nde, insan hakları hukuku alınında çalışmaktadır)