FETHİYE ÇETİN

Fethiye Çetin

GELECEĞE BAKMAK

Yaşamı da ölümü de değersizleştirilenler

“Anneannem” kitabımı okuduklarını, Hrant Dink cinayeti davasını takip ettiklerini söylediler. Bir süre ayakta sohbet ettikten sonra kadın elimden tutarak beni daha tenha bir yere sürükledi, “gel ki sana ne anlatayım” dedi. Hep birlikte oturacak bir yer bulduk ve kadın anlatmaya başladı, eksik bıraktığını düşündüğü yerleri de erkek tamamlıyordu. “Ermenileri vurduklarında bizim köyden birisi güzel bir Ermeni gelinini kuma (ikinci eş) olarak almış, bu gelinin bir de oğlu varmış. Kadın oğlunun da hayatını kurtarma sözü alarak kumalığı kabul etmiş. Maryam’mış adı, bütün yakınları öldürülmüş, o oğluyla birlikte bu adamın evine sığınarak hayatta kalabilmiş. Çok geçmeden bir gün Maryam tarlada çalışırken oğlunu öldürüp kuma olarak gittiği evin ahırına gömmüşler, üzerini de kapatmışlar..."

2016 yılının sonbaharıydı ve o gün benim Akhtamar adasına ilk gidişimdi. Kilisenin dış cephe kabartmalarından birinin önünde ne kadar kaldım bilmiyorum ama birden kulağımın dibinde “nasıl da güzel yapmışlar değil mi, bugün bile yapamazlar” diyen bir erkek sesiyle daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Orta yaşlı bir çift duruyordu yanımda. O zamanlar televizyonlarda sıkça görüldüğümden beni tanımışlardı. “Anneannem” kitabımı okuduklarını, Hrant Dink cinayeti davasını takip ettiklerini söylediler. Bir süre ayakta sohbet ettikten sonra kadın elimden tutarak beni daha tenha bir yere sürükledi, “gel ki sana ne anlatayım” dedi.

Hep birlikte oturacak bir yer bulduk ve kadın anlatmaya başladı, eksik bıraktığını düşündüğü yerleri de erkek tamamlıyordu.

“Ermenileri vurduklarında bizim köyden birisi güzel bir Ermeni gelinini kuma (ikinci eş) olarak almış, bu gelinin bir de oğlu varmış. Kadın oğlunun da hayatını kurtarma sözü alarak kumalığı kabul etmiş. Maryam’mış adı, bütün yakınları öldürülmüş, o oğluyla birlikte bu adamın evine sığınarak hayatta kalabilmiş. Çok geçmeden bir gün Maryam tarlada çalışırken oğlunu öldürüp kuma olarak gittiği evin ahırına gömmüşler, üzerini de kapatmışlar. Maryam tarladan dönmüş, oğlunu bulamamış deliye dönmüş, bütün köy bu cinayeti ve cinayeti işleyenleri biliyormuş ama hep birlikte susmuşlar.”

Günlerce, aylarca, yıllarca oğlunu aramış Maryam, feryatları yeri göğü inletmiş, ağlamaktan gözlerine kara sular inmiş ama köylü susmuş. Hakikati öğrenemeden, oğlunun ölü bedenine, kemiklerine bile kavuşamadan bu dünyadan göçüp gitmiş Maryam.

Köylü susmuş, Maryam’a kimse söylememiş ama bu hikâye unutulmamış, bir suç ortaklığının sırrı gibi kuşaktan kuşağa aktarılmış. 

Doksanlı yıllarda, bu cinayetin üzerinden yıllar geçtikten sonra bir gün Devlet, Maryam’ın oğlunu öldürenlerden birinin üç kuşak sonraki torunlarından birini gözaltına aldıktan sonra kaybetmiş. Ocaklarına ateş düşen anası, yakınları ve bütün köy, bir yandan kaybedilen gencin acısını yüreklerinde yaşarken öte yandan Maryam’ı ve oğlunu hatırlamışlar. “Oğlanın hayaleti dolaşıyor köyün üzerinde” demiş biri. Acıları katlanmış, Maryam’ın oğlu için de kendi oğulları için de ağlamışlar.

Anlatıp bitirdiğinde ikimizin de gözleri yaşarmıştı, sarıldık birbirimize. Ona sarılırken oğulları kaybedilen anaların acısı çöktü içime.  

Uzun süre bu hikâyenin etkisinden kurtulamadım. Hayatları paramparça edilen anaları düşündüm, çocuklarının hayatta olup olmadığı bilgisinden mahrum kalan, yaşam ile ölüm arasındaki belirsizliğin kendi varlıklarını da belirsiz ve değersiz kılan anaları, içten içe yaşadıkları kavgadan, kaostan kurtulamayanları…

Maryam’ı düşündüm uzun uzun. Kimsesizdi o, yapayalnızdı, acısını duyacak kulaklardan da yoksundu ve yaşamı boyunca kim bilir kaç defa ahıra girdiğini, oğlunun kemiklerine basarak yürüdüğünden habersiz ahırda dolaştığını düşündüm, içim parçalandı.

Kaybedilen çocukları düşündüm sonra. Biri Ermeni’ydi diğeri Kürt.

Varlıkları inkâr edilen, yaşam hakkından mahrum edilen ötekilerdi onlar. Hayatları da ölümleri de değersizleştirilenler, yası tutulamayan, yaslarının tutulmasına izin verilemeyen çocuklardı…

Yas ve bir mezardan mahrum bırakma, bir insanlıktan çıkarma stratejisi, kaybedilenlerin yakınlarının mahkûm edildiği bir insanlık suçu.

Oysa insan yasını tutmak için ölüsünü gömer, mezar taşına onun hikayesini yazar, eşyalarını dağıtır… Birbirinden farklı kültürlerde ölümden sonra birçok tören gerçekleştirildiğini biliyoruz.

Yas üzerine çalışanlar bu tören ve ritüellerin bir bakıma ölenin hayaletini geri tutmak, dönmesini engellemek gibi düşüncelerden kaynaklandığını söylüyorlar. Yapılan adaletsizliklerin, cinayetlerin bize hayalet olarak geri döneceğine dair korku da buradan kaynaklanıyor belki.

Gözaltında kaybetmeler sadece kaybedilenlerin değil, onların yakınlarının da yaşamını paramparça ediyor. Sürekli ve kesintisiz bir belirsizliğe, şüphe ve endişeye, ciddi zihinsel acı ve ıstıraba mahkûm ediyor. Sevdikleri kişinin hayatta olup olmadığı bilgisinden mahrum kaldıkça hiç bitmeyen bir yasın, içlerinde yaşadıkları bir savaşın içine hapsoluyorlar ve bu bitmiyor.

Öte yandan kaybedilenlerin akıbetinin karanlıkta bırakılması, faillerin korunması, yaraların sarılmasını da engelliyor. Hakikatin gizlenmesi ise toplumsal hafızada derin yaralar açıyor, bu yaralar kuşaktan kuşağa aktarılıyor, kuşaklar arası travmayı kalıcı hale getiriyor.

Cumartesi insanlarından İkbal Eren, bitimsiz yas sürecini, travmayı, ruhsallıklarında yaşadıkları kaosu ve onulmaz acıyı şu sözlerle anlatıyor:

“Hayrettin Eren’i hep canlı bekledik. Yıllar geçti, annem bir mezara razı oldu. 2011 yılında Erdoğan anneleri kabul etmişti. O görüşmeden sonra annem gazetecilere ‘Oğlumun bir kemiğine razı olurum’ demişti.”  

Toplumsal barış talebinin konuşulduğu bu günlerde, kabul edelim ki toplumsal barış, bu acılı, kırgın insanların iç barışa kavuşmalarından hiç de bağımsız değil. Bu topraklar, mezarı olmayan ölüler, tutulamayan yaslar diyarı çünkü.

Unutmayalım ki barış ve adalet yaşama olduğu kadar adaletsiz ölümlere de dairdir ve toplumsal yasın konusudur.

Gaye Boralıoğlu’nun sözleriyle;

“Toplumsal yasta iyileşme ancak ve ancak adaletin tecellisiyle mümkün olur ve adaleti tesis etmek vicdanı olan herkes için tarihsel bir sorumluluktur.”