İngiltere doğumlu bağımsız bir bilim insanı Jonathan L. Lee, 1972’den beri araştırılması ve bulunması da zor bir tarih üzerinde çalışıyor. Afganistan, Orta Asya ve Kuzey Pakistan'da yaşayan ya da yaşamış olan “azınlıklar”la ilgili en minik bilgiyi saha çalışmalarıyla kayıt altına almaya gayret ediyor. Bir konferans için Türkiye’ye gelen Dr. Lee ile artık hiçbir izi kalmamış Afganistan Ermenilerini konuştuk.
Afganistan ve Ermeniler, sanki çok uzak ihtimal gibi duruyor ama sizin konuşmanızdan öyle olmadığını anladık.
Şu anki Afganistan olarak düşünülmemeli. Şimdi Afganistan olarak adlandırılan bölgede 17. ya da 18. yüzyılda bir Ermeni topluluğu vardı. O dönemde bu bölgede üç hanedanlık vardı: Hindistan’da Babürler, İran’da Safevîler ve kuzeyde ise Hanlıklar olarak bilinen, Cengiz Han ve Moğollar dönemine bağlı olduklarını iddia eden Türk-Moğol kökenli yapılar. Yani üç Müslüman krallık vardı ve bunların her biri farklı yaklaşımlara ve farklı etnik kökenlere sahipti.
Bugünkü Afganistan olarak adlandırılan bölge de bu devletlerin sınırlarında yer alıyordu. Bölge, geçiş alanı niteliğindeydi. Özellikle ticaret yolları açısından önemliydi. Dolayısıyla, çok karışık bir kültürel ortamdan söz ediyoruz. Ermeni topluluğu da bu etnik toplulukların bir parçasıydı. Afganistan kurulmadan çok önce, Babür İmparatorluğu’nda görev yapan Ermenilere ve Safevîlerin başkenti İsfahan’daki Yeni Culfa’da büyük bir Ermeni topluluğuna rastlıyoruz.
Sorun şu ki, kaç kişiydiler, nerelerdeydiler gibi konularda elimizde çok az kayıt var. Ancak biliyoruz ki Ermeniler özellikle Babür İmparatorluğu tarafından istihdam ediliyordu. Bazıları Babür ordusunda yüksek rütbeli görevlerde bulunuyordu. Bazıları asker, bazıları da top döküm ustasıydı. Yani Babür İmparatorluğu’nun askeri yapısının çok önemli bir parçasıydılar. Örneğin, 18. yüzyılda Lahor’da bir Ermeni tarafından dökülmüş pirinçten bir şarap testisi örneği var. Yani sadece top dökmekle kalmıyor, bronz işçiliği gibi alanlarda da çalışıyorlardı.
Ermenilerin Afganistan’da görünmeye başlaması ne zamana dayanıyor?
Özellikle Babür döneminde, bugünkü Kabil’de, 1580’ler ya da 1590’larda, Hıristiyanlara ve bazen de Ermenilere dair kayıtlar var. Lahor’daki Ermeni topluluğu, Ermeni Ortodoks Kilisesi’ne bağlıydı ama bazıları Cizvit misyonerlerinin etkisiyle Katolik oldu. Avrupa’dan Çin’e karadan giden ilk Avrupalı olan Benedict de Goes, 17. yüzyılın başlarında bir Cizvit misyonerdi. Rehberi ve yol arkadaşı bir Ermeniydi ve Çin sınırlarına kadar onunla birlikteydi. Beno Goës, yolculuk sırasında hayatını kaybetti. Ermeni rehberi, hastalanınca ona baktı, ölünce gömdü, eşyalarını topladı ve sonunda Hindistan’a geri dönmeyi başardı.
Ayrıca dönemde Kabil’de bir kilise olduğunu da biliyoruz. Ama kilisenin yerini bilmiyoruz. Bu nedenle, muhtemelen 1580’ler civarında, belki daha da erken bir tarihte, bugünkü Afganistan’da bir Ermeni varlığının olduğunu söyleyebiliriz. Yaklaşık 300 yıllık bir mirastan söz ediyoruz.
Kabil’de 300 yıllık Ermeni mirası mı?
Evet, Kabil sonunda yerleştikleri yer oldu. Şöyle ki: Moğol İmparatorluğu’nun dağılmasından ve Safevî İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, İran Şahı Nadir Şah tarafından 1730’lar civarında Anadolu bölgesinden (neresinden olduğunu bilmiyoruz) çok sayıda Ermeni getirildi. Bu insanlar İran’ın doğusundaki Meşhed’e yerleştirildi. Amaç, kara ticaretini canlandırmaktı. Nadir Şah, Meşhed’e yaklaşık 300 Ermeni aile yerleştirdi. Ne yazık ki bu Ermeniler tüccar değil, çiftçiydi. Girişim başarısız oldu. Ayrıca, Hıristiyan Ermenilerin Meşhed’e yerleştirilmesi, kilise inşa etme izni verilmesi ve şarap dükkânları açmaları, yerel dini otoritelerce hoş karşılanmadı. Bu sırada şah da öldü, Kandahar’da bağımsız bir Afgan krallığı kuruldu. Yeni şah da Ermenileri, Kandahar’a taşıdı. Oradan da bazıları Kabil’e gönderildi.
Peki o zaman Ermeni mirasına dair izler bulmak mümkün mü şu anda? Mesela kiliseler, hastaneler, okullar?
Ne yazık ki hayır. Ama 1780–1790 civarında Kabil'e taşınan bu topluluğa, bir kilise verilmiş. Şah tarafından bir oda ya da ev kilise olarak ayrılmış, deniyor. Ama o kilisenin nerede olduğu bilinmiyor. Ancak 18. yüzyılın sonlarına doğru Ermeni topluluğunun azaldığını ve Bala Hasan adlı kraliyet kalesine taşındıklarını görüyoruz. Burası güvenli bir yerdi. Kalenin bir bölümü kilise olarak ayrıldı. Bu kilise 1879’a kadar işlevini sürdürdü. O yıl İngilizler Afganistan'ı ikinci kez işgal etti ve General Roberts, buraların yıkılmasını emretti. 1890'ların başında yaşlı bir kadının, Emir’in sarayında görevli İngiliz doktor Dr. Grey’e ağlayarak söylediği hüzünlü bir hikâye var: “Bu kilise bize Müslüman bir kral tarafından verildi ama Hıristiyan bir general tarafından yıkıldı.” Bu olay topluluğun sonunun başlangıcı oldu.
Bir Hıristiyan mezarlığı da vardı. Kayıtlarda I. Afgan savaşında, yani 1839–1842 arasında İngilizler işgal ettiğinde, yedi İngiliz subayının bu mezarlığa gömüldüğünü görüyoruz. İngilizler çekildikten sonra mezarlık tahrip edildi, subayların mezarları kazıldı ve bazı Ermeni mezar taşları da kırılıp yok edildi. Sonrasında kayboldu. Zaten 1896’da topluluk sınır dışı edildi, herkes ayrıldı.
Peki neden sınır dışı ya da sürgün edildiler?
Emir’e ve Afganistan’a olan sadakatleri arasında sıkışıp kaldı Ermeniler, çünkü bazıları orduda görevliydi ya da tüccardı. Afgan toplumunun dokusunun bir parçasıydılar. Azınlık olarak görülmüyorlardı. Elimdeki tüm kanıtlar onların hoşgörüyle karşılandığını, kabul edildiklerini gösteriyor. Ama İngiliz sömürge güçlerinin Afganistan’a müdahalesiyle birlikte, Afgan devletine olan sadakatleri ile Hıristiyan olarak Hindistan’daki misyonerlerden yardım alma arzuları arasında bir çatışma yaşamaya başladılar.
İngilizler Afganistan’ı iki kez işgal ettiğinde, Hıristiyan dostlarına yardım etme sorumluluğu hissettiler ve sanırım İngilizlerin kalacağını umdular. Ama her iki seferde de İngilizler geri çekildi. Bu yüzden işgalcileri desteklemekle suçlandılar ve misillemelere maruz kaldılar.
1830’lardan, 1840’lardan itibaren bu gerilimin arttığını görüyoruz. Ayrıca Hindistan’daki Ermeni topluluğu çok güçlüydü ve onlarla da bağlantı kurmuşlardı. Bu yüzden saraydaki düşmanları, saraylar çok entrikalı yerlerdir, “Bu insanlara güvenemezsiniz, İngilizler için casusluk yapıyor olabilirler” demeye başladı. O dönemin Ermeni liderlerden ikisi, Hindistan’daki misyoner okullarında eğitim almış, sarayda İngilizce tercüman olarak kullanılıyordu. Farsçayı doğru çevirmedikleri, İngilizlerle fazla yakın oldukları suçlamaları vs. yapıldı. Bu, sınır dışı edilmelerinin nedenlerinden biri oldu.
Nereye sınır dışı edildiler?
Hindistan’a, Pakistan’a, Peşaver’e gönderildikleri söyleniyor. Emir 1901’de öldükten sonra, İngilizce konuşan iki Ermeni lider, yeni Emir’e geri dönmek için dilekçe verdi. Ama kabul edilmedi. Sorunlar halkla değil, saray düzeyinde yaşanıyordu ve Hıristiyan oldukları için değil, sahip oldukları pozisyonlara duyulan kıskançlık yüzündendi. 1880’lere gelindiğinde Ermeni topluluğu yaklaşık 25 kişiye düşmüştü. 18. yüzyılın sonlarında bahsedilen 200–300 aile, zamanla aşamalı olarak ülkeden ayrıldı. Son yıllarda yalnızca üç büyük aile kalmıştı ve hepsi birbirleriyle evlenmişti.
1832’ye kadar rahipleri vardı. Topluluk Meşhed’den Kandahar’a, oradan da Kabil’e taşındığında hem kiliseleri hem de kendi Ermeni rahipleri vardı. Son rahip 1825-1826 civarında öldü. Rahip kalmayınca, bu durum onları İngilizlerle ilişki kurmaya itti.. İlk Afgan savaşında, ordu papazlarının Ermeni kilisesine iki ayrı ziyarette bulunduğunu biliyoruz. İkinci Afgan savaşında, 1879–1881, Peşaver’deki kilisenin rahibi geliyor ve sekiz Ermeni çocuk ve erkeği vaftiz ediyor. Kilisede iki hafta üst üste vaaz veriyor. Ayrıca Ermenilerin Peşaver’e gittiğini, oradaki ayinlere iştirak ettiklerini görüyoruz. 1896’da sınır dışı edildikten sonra, birkaç ay içinde Peşaver’de Anglikan Kilisesi’nde kayıtlarında bu Ermenilerin hepsinin vaftiz edildiğini görüyoruz. Rahiplerinin olmaması, toplumun yavaş yavaş çözülmesinin nedenlerinden biridir.

