Duygusal altyapının önemli olduğunu söylemek nispeten kolay, asıl zor olan bu altyapının pratikte nasıl kurulacağı. Demirtaş’ın da yazısında buna yönelik bazı önerileri olmuş ama onlara geçmeden önce “Yasa mı önce gelir, duyguların tamiri mi?” sorusu üzerinde duralım. Sorunun kısa cevabı: ne biri ne öteki önce gelir. Gerekli yasaların çıkarılması ve duygusal altyapının oluşturulmasının ne kronolojik olarak ne de önem sırası açısından birbirlerinin önüne konulmasının somut ve mantıklı bir zemini yok. Biri olmadan öteki işlemeyeceği için son kertede ikisini beraber yürütmek gerek.
Selahattin Demirtaş cezaevinde dokuzuncu yılını tamamladı. Bu ‘(c)eza’ hukuka değil iktidar cenahının siyasi hesap ve hırslarına dayanıyor. Öyle olmasaydı iktidar, AİHM kararına uyar ve onu serbest bırakırdı ki bu hafta AİHM, Türkiye’nin kararla ilgili yaptığı itirazı da reddetti. Bu şartlar altında Demirtaş’ın hemen serbest bırakılması gerekiyor ama süreç hukuka değil siyasete dayandığı için bunun gerçekleşmesi siyasetteki gelişmelere bağlı.
Halbuki, Demirtaş, özellikle -başına hangi sıfatı koyacağımızı bilemediğimiz- halihazırdaki süreç için çok değerli bir isim. Fakat yalnız süreç için de değil, Demirtaş ‘karşı mahalleye’ de hitap edebilen ve onlar tarafından sözüne kulak verilen (bu açıdan Hrant Dink’le benzeşiyor) bir figür, bir kişilik olması açısından da Türkiye siyasetinde normalleşmenin, sakinleşmenin öncüsü olabilecek ve dolayısıyla bu açıdan da kıymetli bir isim. (Gerçi, tam da bu sebepler yüzünden elemine edilmek, en azından etkisini kısıtlamak için parmaklıklar arkasına konulmadı mı zaten? Tıpkı benzer gerekçelerle Hrant Dink’in öldürülmesi gibi…) Sonuç olarak, söz konusu ülkenin iyiliği, doğruluğu ise Demirtaş ne siyaseten ne de zaten hukuken bir gün dahi hapiste kalmalı.
Bütün bunlara rağmen Demirtaş’ın hapiste olması tamamen etkisizleştiği manasına gelmiyor. Hâlâ siyaseti etkilemeye devam ediyor. Son yazdığı yazıda da böyle bir etki oldu. Bu yazıda temel olarak söylediği, barış sürecinde yasalardan önce duygu birliğini sağlamaya, “kardeşlik hukukunu” onarmaya yönelik adımların atılmasının gerekliliğiydi. Barışın duygusal altyapısının önemli olduğu fikrine katılmamak mümkün değil. Asıl, yani pozitif barış, zihinlerde ve kalplerde değişim olmadan olmaz. Nitekim, birkaç hafta önce bunu yazmıştım.
Her ne kadar birçok insan bunun farkına varmasa da duygusal altyapının önemli olduğunu söylemek nispeten kolay, asıl zor olan bu altyapının pratikte nasıl kurulacağı. Demirtaş’ın da yazısında buna yönelik bazı önerileri olmuş ama onlara geçmeden önce “Yasa mı önce gelir, duyguların tamiri mi?” sorusu üzerinde duralım. Sorunun kısa cevabı: ne biri ne öteki önce gelir. Gerekli yasaların çıkarılması ve duygusal altyapının oluşturulmasının ne kronolojik olarak ne de önem sırası açısından birbirlerinin önüne konulmasının somut ve mantıklı bir zemini yok. Biri olmadan öteki işlemeyeceği için son kertede ikisini beraber yürütmek gerek. Teorik olarak baktığınızda ‘ilk önce öfkeyi, nefreti, acı duyguları ortadan kaldıralım sonra yasaları yapalım’ demek daha doğru olabilir fakat pratik olarak baktığınızda duyguların tamiri zaman alır, sabır ister ama sürecin ilerlemesi ve somut hale gelmesi isteniyorsa gerekli bütün yasaların değil ama örneğin PKK üyelerinin entegrasyonuyla ilgili olanlar gibi bazı hukuki ve yasal düzenlemelerin en kısa zamanda yapılması gerekiyor.
Bu yasaları yapmak için toplum psikolojisinin uygun hale gelmesini beklerseniz bu ucu açık bir bekleyiş olur. Sürecin böyle bir bekleyişe tahammülü var mıdır? Öte yandan, Demirtaş’ın da dediği gibi, zihinlere ve kalplere boş verirseniz yasalar da kağıt üstünde kalır ve kalıcı barışı getiremez. Burada bir uygun adım temposu tutturmak gerekiyor.
Demirtaş’ın duygusal birlikteliği sağlamak için önerdiği örnek faaliyetlere gelince, bunlardan bazılarının yüzeysel kalması, şablonlara sıkışması bir yana bazılarının arkasındaki mantığı anlayamadım. Şöyle ki, barış, geçmişin doğrularıyla yanlışlarını eşitleyerek, denkleyerek gelmez. Herkes kendi yanlışıyla yüzleşmeli ama bir doğrunun karşısına bir yanlış konmamalı. Mesele, Demirtaş’ın bahsettiği sembolik mezar ziyaretlerinde Alparslan Türkeş, Orhan Doğan’ın karşısına konacak kişi midir? Türkeş ve Doğan’ın eylemleri, duruşları, hayata ve insana bakışları birbirine denk olabilir mi? (Adnan Menderes’in mezarının ziyaret edilmesinin bağlamını ve gereğini de anlayamadım. Çocukluğumuzda TRT her gün açılır-kapanırken askerlerin Anıtkabir töreni gösterilirdi, Anıtkabir ziyareti önerisi de o kabilden bir şey olsa gerek.)
Evet, duygular, duygusal altyapı önemli ama burada yoğunlaşılması gereken duygu sevgi veya “kardeşlik”ten önce hakkaniyet duygusu olmalı. Birilerini sevmek kolay değil, dışarıdan itmelerle olması da zor. Asıl mesele karşınızdakini sevmeseniz de sizde hakkaniyet duygusunu uyandırabilmesidir. Düşmanın bile olsa birine yapılmış veya yapılacakların doğruluğunu-yanlışlığını belirleyen hakkaniyet duygusudur.
Dediğimiz gibi duyguların tamiri zor, hele Türkiye örneğindeki gibi kuşaklar boyu süren bir silahlı çatışma yaşanmış, on binlerce insan öldürülmüş ve bunlar geride yüz binlerce acılı insan bırakmışsa. İlaç tarifi gibi hazır bir reçetesi yok bu işin. Öte yandan, ne yapılmaması gerektiği daha açık. Sert ve saldırgan dil kullanılmamalı ve bu işe yenme-yenilme/teslim alma-teslim olma paradigmasından bakılmamalı zira böyle bakan birinin, muhatabının herhangi bir hakkını veya haklılığını teslim etmesi bir yana onu anlama şansı yok.

