Ahmet Kaya’yı 16 Kasım 2000’de sürgünde kaybetmiştik. Aradan 25 yıl geçti. Bu 25 yılın tortusunu eşi Gülten Kaya ile konuştuk. Üç haftaya yayılan kapsamlı bir söyleşi oldu. Geçen hafta Ahmet Kaya ile nasıl tanıştığını, tanışmadan önce nasıl bir hayat yaşadıklarını, nasıl evlendiklerini bu sayfalarda anlatmıştı Gülten Kaya. Bu hafta Ahmet-Gülten Kaya çiftinin ev hallerini, çok ses getiren albümlerin üretim sürecini konuştuk.
Ahmet Kaya nasıl bir eşti? Ürettiği zaman gergin miydi? Evde gerginliğini belli eden biri miydi?
İnsanın tüm halleri hepimizde olduğu gibi, tabii ki onda da vardı. Sanatçıların başka bir boyutta yaşadıklarını düşünüyorum. Biz buradayız, ayağımız yere basıyor, yani dünyevi bir durumun içindeyiz. Üretenler ve yaratanlar öyle değil. Başka bir boyutta da yaşayabiliyorlar. Yani üretim atmosferinin olduğu o boyut farklı. Dolayısıyla onu çok iyi kavramak lazım bir sanatçıyla yaşarken. Yani üreten bir insanla yaşarken. Abartmış olmayayım ama sanat üretimi bana bir bakıma tanrısal gelir. Sıfırdan bir şey var edip, milyonlarca insanın kalbine dokunmak, ruhuna dokunmak, o yaratıcılık; bana çok büyülü geliyor. Sanat benim için zaten muhteşem bir şey. Dolayısıyla bir sanatçıyla yaşarken onu çok iyi kavramak lazım. Ahmet’i o kimliğinden soyutladığınızda çok eğlenceli, mizahı çok güçlü, çok duygusal, çok esprili, her konuda çok yetenekli birisi olduğunu söyleyebilirim. Mesela çok iyi yemek yapar, çok iyi fıkra yazar ve anlatırdı.

Ne yemek yapardı?
Aman neler, neler... Mesela içli köfte yapıyordu. Turşu yapıyordu. Yemek yapmayı da, yedirmeyi de çok severdi. Yemek yapsın, sofra kursun, insanlar gelsinler, hep beraber yiyelim, içelim... Paylaşımcı tarafı çoktu, dolu dolu sofralarda, dolu dolu insanlarla uzun saatler birlikte olmayı çok severdi. Sofraları önemser ve hiç üşenmeden tek tek uğraşırdı. Birçok konuda çok yetenekliydi ve çok eğlenceliydi. Dışarıdaki imajı belki başkaldıran, bağırıp çağıran, çekinilen, sert bir adam gibiydi ama onun arkasında bir çocuk vardı.
Abim de (Yusuf Hayaloğlu), Ahmet de mizahı çok güçlü insanlardı. Beraber çok eğlenirdik. Belki de diyorum o yüksek farkındalık, üretime yansıyan o sertlik arka planda kendini ancak böyle yönlendiriyordu, yani mizaha sığınarak…
"Bir şarkı sözü üzerinde çok uzun tartışabiliyorduk. Yani, “Bu kelimeyi böyle kullanmamak, şöyle demek lazım” gibi. Diğer şairlerle ya da söz yazarlarıyla çalışırken de, onlar bizim genellikle ortak etkilendiğimiz sözler ve şiirlerdir. Ben bir şeyi çok sevmişsem, etkilenmişsem bundan çok etkilenir, mutlaka onu bestelemek isterdi."
Size takılmayı seviyor muydu?
Çok. İkisi de çok seviyordu. Yani bazen ittifak halinde bana takılırlardı. Bir şey olmuş, delirmişim, kızmışım filan, birlikte benim taklidimi yapıyorlardı.
Küssem barışmak için sataşır. Susan taraf ben olurdum. Küssem kapatırım kendimi, panjurlarımı indiririm. Ve adım atan taraf her zaman Ahmet olurdu. O, “Özür dilemek erdemdir”, lafının karşılığını çok yaşadım Ahmet’te. Yani, mesela ben o konuda daha tavizsizim. Mesela birini üzdüyse, birini kırdıysa, böyle hissediyorsa, mutlaka onu telafi etmeye çalışırdı. Yani, sadece benim için geçerli değil bu, herkes için, aile için, çocukları, arkadaşları için de geçerliydi.
Nasıl bir babaydı? Eğlenceli miydi?
Şahane bir babaydı. Hem de nasıl eğlenceli. Geçen gün bir yerde rastladım, “Benim on beş tane çocuğum olsun, on beşi de kız olsun, çok isterdim” diyor.
Bizim iki tane kızımız var. Galiba, hayatımızda küçük kızımız Melis'in söylediği bir cümle çok geçerli. “Herhangi bir babayla, bir ömür geçirmektense, benimki gibi bir babayla dolu dolu on yıl geçirmek muhteşem bir şey."
Sizin için 90’ların ortası hayli yoğun bir dönem. Konserler, TV programları, “Ahmet Abi’nin Vapuru” vs. Melis çok ufak. Dışarıdan bakıldığında aileye zaman ayırma açısından zor bir süreç gibi görünüyor. Ahmet Kaya bu durumu nasıl dengeliyordu?
Yine de her dakika onunla temas halindeydi. Çok evci bir adamdı aslında. Mesela, üç ay sokağa çıkmadan evde kalırdı Ahmet. Eğer konser, turne vs. dışarı çıkmasını gerektirecek bir şey yoksa hep evdeydi. Çok evci, çok evde olmayı seven bir adam. İlkokula kadarki süreçte Melis zaten hep yanımızdaydı. Okula başladıktan sonra, saatlere bağımlılık başlıyor. O zaman da bir kolaylaştırıcı durum illa yaratıyorduk. Melis'le ilgilenecek aileden birisi mutlaka oluyordu yanımızda. “Ahmet Abi’nin Vapuru” programını yaparken, çekimden sonra Ahmet eve, ben montaja giderdim. Melis’in okuldan dönüş saatinde o evde olurdu. Ben eve geldiğimde Ahmet Melis’i servisten almış, yedirmiş, içirmiş, uyutmuş olurdu. Yani, böyle bir iş bölümü vardı aramızda. Tatil zamanlarda zaten hep bizimle. Biz nereye, Melis oraya. Şimdi bakıyorum, aslında iyi ki öyle olmuş.
Melis çok güçlü bir kız mı?
Yani, çok erken yaşlarda yaşatılanlardan ve yaşadıklarından dolayı çok güçlü. Babasını çok iyi kavramış olmaktan dolayı çok güçlü. Yani, çok iyi analiz etmiş babasını. Yani, şunu anlayabiliyor: “Ben muhalif bir anne-babanın çocuğuyum. Babam inandığı değerlerin arkasından yürüdü. Sistemle başı belaya girdi ama hiç taviz vermedi. Onurla taşıdı kimliğini.” Melis bütün bunları çok farkında. Bu çok rahatlatıcı ve iyi bir şey benim açımdan.
"Mesela o stüdyoda okurken ben camın öbür tarafında değilsem motive olamazdı. Çünkü yüzümü okurdu. Daha doğrusu okurmuş, ben bunu daha sonraları keşfettim. Yani ben nasıl bakıyorsam... Dışarı çıkıp hemen, “Anladım ben sen beğenmedin” derdi."
Gerçekten her bestesini ilk önce size mi dinletirdi? Eleştirileriniz olur muydu?
Tabii, dinlerdim. Eleştirimi de yapardım. Abimle ortak çalışmalarında zaten bir aradaydık. Bir eser ortaya çıkana kadar üzerinde birlikte çalışıyorduk. Tabii ki müdahalelerim oluyordu. Bazen, “Bunu repertuara alamayız” dediğim bir şey çöpe gidebiliyordu. Bir şarkı sözü üzerinde çok uzun tartışabiliyorduk. Yani, “Bu kelimeyi böyle kullanmamak, şöyle demek lazım” gibi. Diğer şairlerle ya da söz yazarlarıyla çalışırken de, onlar bizim genellikle ortak etkilendiğimiz sözler ve şiirlerdir. Ben bir şeyi çok sevmişsem, etkilenmişsem bundan çok etkilenir, mutlaka onu bestelemek isterdi. Ya da o, bana bir şey gösterdiğinde ben yine “Bu ne kadar güzelmiş” dediğimde de onun üzerinde çalışırdı.
Eğer gece ben uyuduktan sonra ola ki çalışmışsa, bir çalışma yapmışsa ve emin olamamışsa, mutlaka, mutlaka, mutlaka bana dinletirdi. Ben bunu çok yaşadım.
Bu hem güven duygusundan, hem objektif bakabilecek bir göze ihtiyacı olmasındandı. Çünkü ben onun yapımcısı değilim, ticari bakmam, kendi çapımda benim birikimim var… Dolayısıyla bakış açımı çok önemserdi. Mesela o stüdyoda okurken ben camın öbür tarafında değilsem motive olamazdı. Çünkü yüzümü okurdu. Daha doğrusu okurmuş, ben bunu daha sonraları keşfettim. Yani ben nasıl bakıyorsam... Dışarı çıkıp hemen, “Anladım ben sen beğenmedin” derdi. “Yoo” derdim. “Ya tamam tamam, ben anladım. Tamam abi tekrardan okuyoruz” derdi. Bu Ahmet açısından bir konfor, benim açımdan ise sorumluluk duygusuydu.
Bizim albümlerde mix dediğimiz bir aşama vardır. Bu sondan bir önceki aşamadır ve mixte seslerin dengelenmesi zordur. O aşamadan sonra herkes bir rahatlar, “Tamam mix bitti, albüm bitti” gibi bir şeydir.
“Beni Bul” albümüydü, mixe gidemedim. Akşam geldiler, albümü koydu önüme, yorgun yattı. Ben dinledim ama bir şey var sanki. Notlar almaya başladım. Uyuyamadı, kalktı geldi notlara baktı, gece yarısı aranjörü aradı, “Yarın stüdyodan gün istiyorum” dedi. O zamanlar stüdyolar çok doluydu. Tüm sanatçılar aynı stüdyoları rezerve ediyorlardı, yani üç ayda ancak sıra gelirdi. “Otoriteler beğenmediler okumaları” dedi. “Yeniden okumamız lazım”... Adam da şokta, “Şaka mı yapıyorsun, gün yok” dedi. Ama gidip tekrar çektik. Beni stüdyoya oturttu. Onaylaya, onaylaya. “Bu böyle kalsın, şimdi böyle olsun, bir daha okuyalım” diye diye albümü tamamladık.
Fotoğraf çekimlerinde bile bana danışırdı. Ortak paylaşım, kolektif üretmek, güven duygusuyla üretmek, verimlilik aslında. Dolayısıyla biz dışarıdan profesyonel kadrolara pek ihtiyaç duymadık. Şimdi bakıyorum, sanat danışmanı, okur danışmanı, poster tasarımı... Bizde öyle şeyler yoktu, her şeyi kendimiz yapıyorduk.
(HAFTAYA: 1999 ödül gecesi ve sürgün hayatı)

