"12 Eylül’de Mamak Askeri Cezaevi’ne getirilen her tutuklunun, sağcısıyla, solcusuyla on binlerce insanın ilk karşılaştığı, sonrasında da sık sık ziyarete mecbur bırakıldığı işkence mekânı bu kafeslerin yapılışlarının ve sonrasının çok ilginç, çok ironik bir hikâyesi var."
Kafes’teyiz yine, bu defa Canan’la birlikte.
O gün yapılan duruşmada ikimizin tahliyesine karar verilmişti ve Mamak’ta tahliyesine karar verilenler, duruşmadan dönüşte koğuşa değil kafese konuyordu.
Cezaevinde son gecemizi, A Blok girişindeki dört tarafı demir parmaklıklarla bölünmüş kafeste geçiriyoruz.
Bildiğiniz hayvan kafesiydi sözünü ettiğim.
12 Eylül’de, hakkınızda tutuklama kararı verilmişse eğer Mamak Askeri Cezaevindeki ilk işkence mekânı, ilk karşılama, ilk saldırı alanıdır bu kafesler. Arada cezalandırma amacıyla da konduğunuz, tahliyenize karar verildiğinde de içine tıkıldığınız yerdir.
Gelen geçenin gözünün önünde, hiçbir mahremiyetin bulunmadığı bu yerde kendinizi seyirlik bir obje, hayvanat bahçesinde kafese kapatılmış bir maymun gibi hissedersiniz.
Sanırım istedikleri de bu, daha girişte, öz savunma sisteminizi alt üst ederek sizi çaresizliğin pençelerine teslim etmek, direncinizi kırmak.
Astıyla, üstüyle, komutanıyla, eriyle hâkî bir kuşatma altındasınız, saldırı her an her yerden gelebilir, tetikte olmalısınız.
Mamak Cezaevindesiniz, içerdesiniz yani ama bu cezaevinde içerinin de içerisi var; koğuşlar dışında hücreler var, tabutluklar var, bir de bu kafesler var.
Ne olursa olsun, otoriteyle, şiddetin failiyle seni ayıran duvarların olduğu her mekânı, burası bir hücre dahi olsa sırtını duvarlardan birine dayayarak otoritenin elinden koparıyor, kendinin kılabiliyorsun. Failin, o minicik bölgeye nüfuz etmesini engelleyebiliyorsun ama kafeste bu engeli koyamıyorsun.
En mühimi hücrede, tabutlukta hayal kurabiliyorsun, duvarların dışına çıkabiliyorsun ama kafeste hayal kurabilmek mümkün değil, saldırının her an nereden geleceğine dikkat kesilerek ve tetikte beklemekle geçiyor zaman.
Ne gariptir ki hücrenin, tabutluğun bu ayak altı yerden daha konforlu olduğunu bile düşünüyorsun, mesela cezaevindeki son geceni, bu hayvan kafesindense pis kokulu ama kapısı olan ıslak bir hücrede geçirmeyi tercih edebiliyorsun, edebildiğine şaşıyorsun.

12 Eylül’de Mamak Askeri Cezaevi’ne getirilen her tutuklunun, sağcısıyla, solcusuyla on binlerce insanın ilk karşılaştığı, sonrasında da sık sık ziyarete mecbur bırakıldığı işkence mekânı bu kafeslerin yapılışlarının ve sonrasının çok ilginç, çok ironik bir hikâyesi var. Çok etkilendiğim bu hikâyeyi, yakın zamanda öğrendim. Bağımsız belgeselci Burak Ustaoğlu bu ilginç, ironik ve hüzünlü hikâyenin belgeselini yapıyor, benimle de görüştü, belgeselin gösterimini merakla bekliyorum.
Benimle yapılan söyleşinin sonunda hatırladığım kadarıyla; “Bugün baktığınızda kafes hakkında ne söyleyebilirsiniz, ya da kafes bugün sizde neler çağrıştırıyor?” gibi bir soru sordu Burak, sanırım görüşülen herkese sorulan bir soruydu bu.
Şöyle bir cevap verdiğimi hatırlıyorum:
“Bugün kendimi daha büyük bir kafesin içerisinde hissediyorum. Sadece bugün kafesim o kadar küçük değil daha geniş…”
Bu söyleşiden kısa süre sonra okuduğum bir kitapta kafesle ilgili o gün kullandığıma çok benzer bir söz buldum, bu sözü yazının başlığına aldım.
Simone De Beauvoir, “Başkalarının Kanı” isimli kitabında, Paris’in Nazi işgali altında olduğu dönemde Nazilerle iş birliği yapan Paul için, şöyle söyletiyor kahramanına:
“O onların önünde eğiliyor, benden daha dürüst. Ama ben de suç ortağıyım. Paris’te dolaşıyordum ve attığım her adım bu suç ortaklığına bir mühür daha basıyordu…
Kafesim geniş ve ben de uysalca volta atıyorum içinde”
Bu benzerlik karşısında şaşırdığımı söyleyemeyeceğim, sadece düşündüm.
Bugün içinde bulunduğum kafesin demirlerini göremiyorum ama etrafıma örülen sınırların tazyikini her an hissediyorum.
Bir kabın içine sokulmuşum da çıkamıyormuşum gibi…
İnsan değer taşıyıcısı ve değer üreticisi bir varlık, kendini gerçekleştiremiyorsa varoluşu tehlike altında demektir.
Tekinsiz bir dünyada, ırkçılık ve militarizmin saldırısı altında hayatta kalmaya çalışan, itaat eden, kafesinden çıkmayan organizmalara dönüşme riskiyle karşı karşıyayız.
“Su, ateşe galiptir. Fakat su bir kaba girerse, ateş o suyu kaynatır ve yok eder” diyor Mevlâna.
Bu sözler içinde yaşadığımız durumu anlattığı gibi çıkış yolunu da gösteriyor bize.
Önemli olan, kaba girmemek, girildiyse kafesten çıkma iradesi göstermek ve cesaret.

