Hera Büyüktaşcıyan Arter’de: Görünür ile görünmez arasında bir yolculuk

Arter’in üçüncü katında izleyicileri bekleyen “Hayalet Kuartet” sergisi sanatçı Hera Büyüktaşcıyan’ın hafıza, kimlik ve doğa katmanlarını görünür–görünmez sınırlar üzerinden yeniden yorumlayan eserlerini bir araya getiriyor.

Hera Büyüktaşcıyan’ın  Arter’deki yeni sergisi “Hayalet Kuartet”, kentin tam ortasında, iki tepe arasına sıkışmış güçlü bir hafızayı yeniden tartışmaya açıyor. Sanatçı, kişisel belleğiyle Kurtuluş ve Tarlabaşı’nın sarsıntılarla dolu geçmişi arasında kurduğu bağ üzerinden, görünmeyen katmanların bugüne nasıl sızdığını takip ediyor. Büyüktaşçıyan’ın Arter koleksiyonundaki eserlerinin yanı sıra bu sergi için özel üretimlerini bir araya getiren sergi, mekânı dört bölgeye ayırarak izleyiciyi zamanın, seslerin ve izlerin birbirine karıştığı çok katmanlı bir yolculuğa çıkarıyor.

Taşçıyan’la Arter’in 3. katında izleyicileri bekleyen sergisini konuştuk.

Sergiye hazırlık sürecini sizden dinleyebilir miyiz?

"Hayalet Kuartet" bir nevi, hayatımın büyük bir kısmının geçtiği iki tepe arasında yerleşmiş olan Arter’in konumunun yarattığı çağrışımlar, tezahürler ve yüzleşmeler üzerinden şekillendi. Serginin küratörü Nilüfer Şaşmazer ile sergi mekanında yaptığımız ilk keşif buluşmalarında ve sohbetlerimizde, bu alanın bende bıraktığı izlenimlerin tetiklediği çeşitli anlar ve anılar su yüzüne çıkmaya başladı. Çoğunlukla mekânla düşünen birisi olarak, mimarinin yapısal unsurlarıyla dışarıdaki alan arasında kurduğum benzerlikler zamanla benim için, öznel, toplumsal ve çevresel katmanların iç içe geçtiği farklı zaman dilimlerini birbirine bağlayan bir rotaya dönüştü. 

Sergide bazı eski tarihli eserler yer aldığı gibi, oluşan bu yankılardan yeni üretimler de ortaya çıktı. Ve bu vesileyle birbirinden farklı yer ve zamansallıklardan gelen yaratımların yan yanalığı bahsettiğim bütün bu zamanlar, varoluşlar ve karşıtlıklar arası eşikleri, bu iki tepenin ortasında bulunan müzenin içinde akıtarak, bir tür peyzaj içinde peyzaj yaratmış oldu. Yani dıştakini içe alan, içtekini dışa çıkaran hibrit bir ortam inşa etmesine vesile oldu da denebilir. Sergi kurgusu kendi içinde barındırdığı katmanlarla melezleşmiş bir yan yana duruş önerirken, bir yandan da üzeri örtülü olanları sesler, formlar, renkler, elementler ve izler ile yüzeye taşıyor da diyebilirim. Sergi, galeri mekânını Nekropolis, Avlu, Cadde ve Bakış olmak üzere dört bölgeye ayırıyor. Her biri mekân içinde alt mekânlar, zaman içinde zaman dilimleri inşa ediyor ve bunu yaparken de görünen katmanların ötesinde saklı ve artık sadece cadde ve sokak isimleriyle varlıklarına dair ipuçları sunan doğa tahayyüllerine yer veriyor. Bu anlamda dört farklı zaman dilimine ve dört elemente de işaret ederek, doğa, tarih, bellek ekseninde şekilleniyor.

Kurtuluş ve Tarlabaşı’nın kişisel tarihinizdeki yeri serginin omurgasını oluşturuyor. Bu iki semtin hafızasında size en çok çarpan ‘kırılma anı’ neydi ve bunu mekâna nasıl taşıdınız?

Dolapdere eksenindeki Kurtuluş ve Tarlabaşı tepeleri benim için her zaman iç içe geçmiş bir eşikler bütünü gibiydi. Her ne kadar bu iki bölgeyi hayatımın farklı dönemlerinde deneyimlemiş olsam da birini diğerinden ayrı düşünemiyorum. Bunu hem kent deneyimi üzerinden hem de tarihsel bağlamda söylüyorum. Her iki tepe arasında dolanarak geçirdiğim tüm zamanları düşündüğümde, gördüğüm, gözlemlediğim her bir detay duyusal bir külliyatın parçası olarak içimde yer etmiş gibi. Bu oraya dair hissettiğim aidiyetin de ötesinde, biriktirmiş olduğum tüm kayıp hikâyelerini ve yokluk olgusunu burada benimsemem ve onlarla büyümemden kaynaklı sanırım. Yani yoklarla (veya artık olmayanların izleriyle) beraber yetiştiğim ve onları görmeyi öğrendiğim topografik bir eksen söz konusu. Ancak şu an düşündüğümde Kurtuluş kendi içinde tüm kırılmalara rağmen halen kendini var etmeye çalışan bir alan olarak bir nevi yaşayanların dünyası gibiyken, Tarlabaşı daha çok görünmezlerin diyarı gibi hissettiriyor bana kimi zaman. Ancak sayısız sarsınıtlara tanıklık etmiş bu eksen içerisinden sanırım beni en çok sarsan, 1929 yılında gerçekleşen Tatavla Yangını ve ardından gelen artçı sarsıntılar diyebilirim. Özellikle müzenin, bu felaketin yaşandığı tepenin eteklerinde yer alması ve bir nevi sergi katında dışarıyı gösteren tek pencereden bu külliyata bakma hali beni derinden etkilemişti. Gözümüzün önünde yükselen kentsel yüzeyler bütününün ardında saklı olanın ne kadar görünür olup ne kadar bilinmezliğe gömüldüğünü ve bir nevi bizi çevreleyen yüzeylerin biriktirdiği gerilimi bana sıkça düşündürdü diyebilirim. Bu bir şekilde Ateş Kuşları isimli yerleştirmenin ortaya çıkmasına vesile oldu. Sergi mekanının çeşitli yerlerinde kırılgan koloniler olarak toplaşmış bir grup porselen kuş ağızlarında adeta bir felaketin ardından toplanmış gibi bir izlenim veren hafif yanık parçalar biriktirerek, yeni temeller inşa etme çabasındalar. Diğer bir yandan, Bir Takımada Fügü isimli eser, sergi mekanında dış dünya ile bağımızı oluşturan tek pencerenin olduğu odada yerleşerek, zamanın ve sarsıntıların döngüselliğinin beden bulduğu eski Tatavla tepesiyle bakışımız arasında bir aracıya dönüşüyor. 

Sergininin edebiyattan da beslendiğini görüyoruz. Siz bu beslenme halini nasıl anlatırsınız?

Edebiyat, özellikle de şiir, çevremi ve kendi dünyamı anlamlandırmam kadar bir şeyleri söküp yeniden inşa etmeme de alan açıyor ve farklı görme biçimleri sunuyor. Tanıdık bir hissiyatın, anlatının veya tarihsel deneyimin beklenmedik bir coğrafyadaki yankısının size ulaşmasını sağlıyor ve görünenin ardına bambaşka bir yerden bakmayı öneriyor aslında. Birbirinden farklı durum ve zamansallıklardan gelen unsurların aynı düzlemde var olmaları ve çatışmaları, kelimeler dünyasındaki yansımalarıyla bir nevi malzemeye ve forma bakışımı etkileyebiliyor; zamanla da görsel dilimde çeşitli biçimlerde su yüzüne çıkıyor.
 Yol gösterici olarak gördüğüm sayısız şair ve yazar var elbette. Ancak bu sergi bağlamında bahsedebileceğim başlıca isimlerden biri, sergi isminin ortaya çıkmasına vesile olan ve bir nevi kavramsal alt yapısının temelini oluşturan T. S. Eliot’un Dört Kuartet ’ine yaptığım göndermedir.
Eliot ’un zamansallıklar arası geçişi, görünmeyen ritimleri ve doğa, mekân ve bellek arasında kurduğu o katmanlı dil, serginin düşünsel zeminini şekillendiren ve eserleri, farklı zaman ve yerlerden gelmelerine karşın, yan yana duruşlarını destekleyen bir aracı oldu diyebilirim. 
Aynı şekilde Kathleen Raine, Virginia Woolf gibi yazarların da yankılarını gerek kimi eser isimlerinde gerekse serginin düşünsel belkemiğinde hissetmek mümkün. Doğa, tarih ve insan deneyimi arasındaki döngüsel kader birliklerine, zamanın külliyatını kaydediş ve bedenleştirme biçimlerimize, hafızanın ve üzerinde durduğumuz zeminin tekinsizliğine sıkça işaret ettikleri üretimleri, kendi mekân ve zaman ile kurduğum ilişkiyi uzun bir süredir besliyor. 
Bu açıdan, görünmeyeni fark etmeme, tarihsel kırılmaların titreşimlerine kulak verme ve bütün bu katmanları bir araya getiren bir ritim kurma sürecimde önemli bir eşlikçi diyebiliriz.

Kollektif hafızanın silinme, yer değiştirme ve yeniden inşa süreçleriyle ilgilenen çalışmalarınız, güncel politik ve kentsel dönüşüm pratikleriyle de bir bağ kuruyor. Bu sergide özellikle hangi güncel sorunsallar sizin için belirleyici oldu?

Buna güncel sorunsal demek çok doğru olmaz kanımca. Çünkü yıkım, silinme, yerinden edilme, iktidarsızlaştırılma, bağlamından kopartılma ve yeniden inşa/ temellenme, tarihten bugüne ve geleceğe- daimî olarak kendini tekrarlayan bir döngüsellikte hareket eden unsurlar. Bu açıdan bu unsurların zamansızlığı ve sürekli tekrarına ve ortaya çıkardıkları gerilim, ortaklık ve ikilik hallerine baktığım söylenebilir. Bunu aynı zamanda insan ve insan olmayanın paylaştığı tekinsiz zeminler ve beraberinde getirdiği kaçınılmaz kırılmaların yarattığı kader birlikleri üzerinden okumaya çalışıyorum da denebilir. Bu bir nevi hem tarihi hem de tüm yıkım-yeniden inşa mekanizmalarını kavramama da vesile oluyor. Yerinden edilmiş bir toplumun yansımasını bağlamından kopartılmış bir tuğla parçasında veya yeni temeller inşa eden bir kuş kolonisinin birlikteliğinde görmek gibi.. veya sessizleşmiş olanın bir ağaç kabuğunda dile gelip yeniden ayaklanması gibi…Kaybolanın izlerini ölüm ve yaşam, rüzgar ve nefes, taşlaşma ve akışkanlık, unutma ve hatırlama arasında okumak gibi de aynı zamanda. 

Ülke gündemi, dünyanın gidişatı... Fırtınalı ve zor dönemlerden geçiyoruz.  Bir sanatçı olarak bu dönemde üretmek nasıl?

Elbette ki bitmeyen bir sarsıntı durumunun akışı içinde üretmeye çalışmak zorlu bir şey. Zira sanatsal üretimin kendi içsel döngüsü, zaten inişli çıkışlı yollardan, feragatalardan, belirsizliklerden ve kendini sürekli olarak yapı bozuma uğratan yollardan geçiyor çoğu zaman. Gerek kendi zeminimizin tekinsizliği içerisinde köklenmeye çalışma çabası - gerekse dünyada eş zamanlı olarak süregelen kırılmalara uzaktan tanıklık etme hali insana yaptıklarını ve duruşunu sorgulatabiliyor. Sanatçılığın dışında, birey olarak zaten bütün bu tanıklıklar hepimizin bedenlerine, belleğimize, gündelik ritimlerimize de işliyor. Bu yüzden üretmek, bazen bir tür direniş, bazen de görünmeyen çatlakları beklenmedik perspektiflerden okuma biçimleri hâline geliyor. Bu anlamda hem içe doğru bir yolculuk hem de dünyayı yeniden anlamlandırma çabasını da barındırıyor. Tarihsel tekrarlara ve hafızasızlaştırılmanın meşrulaştığı bir zamana tanık olduğumuz bu dönemde, her tür yaratım, derinliklerde yatan izleri,  sessizlikleri, ve bastırılmış olan her tür unsuru duyusallık yoluyla görünür kılabiliyor. Bu da kırılgan yapıların içinden yeni sorular, yeni bağlar ve yeni varoluş biçimleri doğurmaya vesile oluyor diyebiliriz.

Sergi, ziyaret eden izleyicilerde nasıl hisler, düşünceler yaratsın istersiniz? 

Bu serginin izleyicide belli duygular veya anlamlar bırakmasından ziyade, bir eşik hâli yaratması benim için daha anlamalı sanırım. Hayalet Kuartet, görünmeyenle görünen arasındaki geçirgen bir alan. Bir nevi sayısız tezahürlerin oluşabildiği mekan içinde bir mekan diyebiliriz. Bu açıdan izleyicinin bu sonsuz manzaralar ve duyusallıklar bütünü içerisinde dolaşırken kendi yansımalarıyla, sessizlikleriyle, izleri ve yüzleşmeleriyle karşılaşma olasılıklarını ve temas edebilmelerini çok önemsiyorum. 



Kategoriler

Kültür Sanat Sergi



Yazar Hakkında