Ferman Toroslar’ın ‘Sürgün’ü, bütün dışlananların öyküsü

Bitlis’in Mutki ilçesinden 1936’doğan Ferman Toroslar’ın hayatı bölgeye düzenlenen askeri harekâtta Ermeni köylerinin de yerle bir olmasıyla yıllarca oradan oraya sürülmekle geçti. Aras Yayıncılık’tan çıkan ‘Sürgün’ başlıklı anı kitabı,onun aile hikâyesini değil, bütün muhacirlerin çilesini de kapsıyor. Bize New Jersey’de ektiği beş dönümlük bahçeyi ve artık neden Türkiye’de tek bir ağaç dikmediğini anlattı.

KARİN KARAKAŞLI
karinkarakasli@agos.com.tr

Aslında şöyle olması gerekirdi. Ferman Abi, kolunun altında kaptığı kitaplarla Agos’a gelir, eliyle tek tek hepimize dağıtırdı. Muhtemelen kadeh kaldırır, birlikte bir sofraya otururduk kutlamaya. Dile kolay kaç yıldır bu aile hikâyesinin çıkmasını bekliyor, çocuk gibi sabırsızlıkla, içi içini yiyerek. Aras Yayıncılık’tan çıkan ve üzerinde Gümüşhacıköy’de 1948’de kendi ailesinin çektirdiği fotoğrafın yer aldığı kitabın adı ‘Sürgün’… Bir de şöyle yazıyor: ‘İsyan Ateşinden Geçen Mutkili Bir Ermeni Aile…’

Ferman Toroslar’ın tam da kitabı çıkmışken Amerika’da olmasında acıtıcı bir yan var. O başlığı teyit eden yeni bir durakta, başka türden bir sürgünde. Ama sonunda anlattı, sonunda en büyük tohumunu ekti toprağa. Bu aile hikâyesi Anadolu Ermenilerinin çilesidir. Yerinden yurdundan olmuş tekmil muhacirlerin, sürgünlerin isyanıdır aynı zamanda. İbretliktir, cana işler…

“Dün Marmara Ereğlisi’ne gittim, 2012’de sattığım ve senelerce geniş bahçesini yeşertmekle uğraştığım eve... Bahçeyi otlar sarmıştı. Yirmi senelik Osmanlı çileklerimden yediveren köklerini söktüm, bir tane hurma ağacı aldım, komşum Atam’ın bahçesinden bir Sason narı kökü aldım, bir de Sason inciri kökü, bir kök de hünnap aldım. Yarın Amerika’ya gidiyorum, bütün bunları nasıl beraberimde götüreceğim, onun derdindeyim…” ‘Sürgün’ kitabının önsözü gibi olan bu satırlarda mıhlanıp kalıyor insan. Daha hikâye başlamamış bile ama 78 yaşındaki bu insanı elinde birtakım köklerle, tohumlarla havaalanı güvenliğinde düşünürken bir şey oturuyor içime. New Jersey’deki Ferman Abi’yle telefonla konuşurken şimdisini soruyorum o yüzden ilk. İki ayı aşkındır oralarda. Döneceği de yok. “Yaşlılıkla uğraşıyoruz kızım” diyor. “Temelli buralı oluyorum, senede bir iki ay gezmeye geleceğim o kadar.”

Konuşmanın neredeyse tamamı Ferman Abi’nin bahçesi hakkında. Otuz yıl önce çoluk çocuk ABD’ye gidince bu eve baş koymuş. Ormanlık arazide beş dönüm arazi. Biz konuştuğumuz gün havuç ekmekle meşguldü. Bir heves anlattı marifetlerini: “Türkiye’den bütün tohumları getirdim. Ağaçları ise bundan otuz sene evvel dikmiştim. Bitlis’ten ceviz, Malatya’dan katısı, Trabzon’dan fındık getirmiştim. Ama çocuklar ayrıldı evden, anam da vefat edince ağaçlardan iki ayvam, üç eriğim kaldı. Bazı üzümlerim var. Şimdi başladım tekrar ekmeye. Elma, vişne, kiraz aldım hepsinin ekiyorum. Bahçeme Türkiye usulü kuyu kazdım, oradan motorla suluyorum, terkozla sulamıyorum. Havuzumu da açtırıyorum. On beş yirmi tane kadar da ağaç kestirdim sırf sebze ekerken gölge yapmasın diye. Patates, salatalık, dolma kabağı, bamya, kışlık balkabağı, ıspanak, maydanoz, nane, dereotu, hatta can eriği, ne istersen var.”

İyi de, madem her şey var neden orası Ferman Abi’nin tabiriyle ‘açık mahpushane’? Neden en son sürgün diyor? Toroslar, ana-babasından, nine-dedesinden miras bir sürgün taşıyor bağrında. Ağaçları ekip ekip meyvelerini yiyememenin acısını. Hani şu Hrant Dink’in yıllar önce Ali Kırca’nın programında anlattığı ve ‘Ferman’ın Dermanı’ diye yazdığı hikâyeyi. “Aslında bilir misin, Hrant biraz da kendi hikâyesini anlattı orada” dedi bu sefer. “Ona da Tuzla Kampı’nda eliyle diktiği ağaçları yâr etmediler.”

Balla akan insanlar

Ferman Toroslar’ın gitmek zorunda kaldığı, barınamadığı memleket ana ocağı Batman’ın Sason ilçesi ile, baba ocağı Bitlis’in Mutki ilçesi. 1925-38 arasında Şeyh Said isyanının müteakip bölgeye düzenlenen askeri harekâtta Ermeni köyleri de yerle bir olmuş. İnsanlar yıllarca yazın dağlardaki mağaralarda kışın da yakılıp yıkılmış evlerini biraz içine girilir hale getirerek, köylerinde barınmaya çalışmış. Ferman Abi, bu bölümü çileli anası Kayane-Kehni’nin ağzından nakletmiş: “Elimde süt sitilleri, hayvanları bıraktığım gibi köye koştum. Askerler köyü çevirmişlerdi. Baktım kaynanam, kayınbabam kapıya çıkmışlar. ‘Haydi’, dediler, ‘haydi, gidiyoruz.’ ‘Nereye gideceğiz?’ dedim. ‘Bilmiyorum,’ dedi kayınbabam, ‘bizi götürüyorlar, Silind’e yazdırıyorlar, sonra geri çevirecekler.’ Dedim ‘Suçumuz nedir?’ ‘Suçumuz yoktur,’ dedi. Üç keçi sağmıştım. “Bunları ne yapayım?” diye sordum. “Koy oraya, ayvanın önüne,” dedi. ‘Kalsınlar orada; akşama kadar bir şey olmaz’…”

Ama o akşam elbette hiç bitmedi. Silind’e varılmış varılmasına ama jandarma köyün önde gelenleri toparlamış hemen: “Ambarê Pıçino kayınbabamgilin ağasıydı. Bedoyê Ferhan köyün büyüklerindendi. Gencoyê Parseğ de Hasan’ın babası oluyor; bu üçünü aldılar. “Haydi,” dediler askerler, “Köye gidiyoruz.” Onları aldılar gittiler. Gece yarısı oldu olmadı, kara bir bulut çıktı Kerho’nun üstüne. Meğer köyü yakmaya götürmüşler. Evleri ateşe verdirmişler; kimse barınamasın diye. Ağaçlar bile kesilmiş... Arıları, mesela... Kayınbabamın arıları o kadar çoktu ki, kaç yüz kovan! Kovanları yakınca içindeki bal, su gibi dereden aşağı akmış gitmiş...”

İnsanlar da beraber akmış gitmiş. Dolayısıyla Ferman Toroslar için sürgün sanki aile mirası: “Dünyaya gözlerimi açtığım Kerho’dan Çorum’un Osmancık ilçesi Kızıltepe köyüne sürgün edildiğimizde iki yaşındaymışım. O köyden çıkıp on sekiz ayımızı geçireceğimiz Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesine geldiğimizde ise on iki... Babam, köyümüz Kerho’nun hâlâ yasaklı olduğunu muhakkak ki kendisine af karnesini teslim eden Gümüşhacıköy kaymakamından öğrenmişti. Fakat Kurtalan’ı aklına kim sokmuştu bilemem. Belki de köyüne en yakın istasyon Kurtalan olduğu için burada karar kılmıştı. Trenden inip de ayağını toprağa bastı mı dertler bitecek zannediyordu. Eski köylüleri karşısına çıkıverecekti. Kim bilir, Anadolu’ya sürgüne gidip de bizim gibi geri dönen akrabalarıyla buluşacaktı belki de... Yalnız hesaba katmadığı bir şey vardı: Sürgünlere af çıkalı bir seneden fazla olmuştu aslında. Dönen dönmüştü çoktan. Bizim Mutki’ye, köyümüz Kerho’ya gitmek için bunca zaman beklememiz ise esasında parasızlıktandı.”

Yetilen çocuk… Gâvur çilesi

Ferman Abi’nin hayatından gavûr sözünün yeri ayrı. Fıllalıktan çok çekmiş. Herkesin Ermeni olduklarını bilmesinden, küfretmesinden, kendilerinin ise o çocuk halleriyle ne olduğunu anlayamamasından çekmiş: “Çok zorumuza giderdi bu gâvurluk. Biz gâvuru bayağı bilirdik çünkü. Kâfir bilirdik, canavar bilirdik. Çocukları da ‘gâvur’la korkuturlardı. Neler demezlerdi ki! ‘Şuraya gitmeyin gâvur gelir sizi çalar, götürür…  Çivili sandıkları vardır bu gâvurların; çocukları içine koyuyorlar; akan kanlarını içiyorlar.’ O yüzden bize gâvur denmesini hazmedemiyorduk. Gâvurluğumuzu bilmeden, acısını çekiyorduk.”

Bitmek bilmeyen sürgün, hayatta kalma mücadelesi küçük Ferman’ın okul yüzü görmesine engel olmuş. Köyün boşu olmuş kendi tabiriyle… Dağları taşları saatlerce yürüyen, çobanlık eden on yaşında bir çocuk. Okula gitmediği için akşamları köy baskısıyla gittiği Kuran kursunu bile sevmeyi öğrenen bir çocuk. “Kuran kursuna öyle pek de sıkılarak gitmezdim. Öbür çocuklardan  ayrı olmadığım tek yer burasıydı.”

New Jersey’den konuştuğumuzda hâlâ o çocukluğu anıyordu kırık sesiyle. “Bir kartopu oynardım. Ne kadar çocuk varsa beni kartopuna tutardı.” Devamını zaten kitapta da anlatmış. Hem de ne anlatmak…“Kürdo keklik pırrr! Kürdo keklik pırrr!” Keklik uçunca Kürt korkar demekmiş... Yani bize bir kısmı Kürt diye hakaret ederdi. Bir kısmı gâvur diye... Bir de yoksulluğun en alt tabakasındasın ya; horsun yani; her yerde taşlanıyorsun, dışlanıyorsun... Nasıl diyeyim, hani bir evde öksüz olur da herkes yeter ya, yetilen bir çocuksun…Biz çocukluğumuzu hiç yaşayamadık.”

‘Biz böyle adam değildik’

Acı bir tad var eskilerden. Horgörülmenin tadı. Çorum’da Muhtar Mehmet babaları askerdeyken çoluk çocuk herkesi buğday ambarının dibine ittirdiğinde yer eden bir acılık. “Bizi oraya attılar... Rutubetli, pislik içinde bir yer. Anam hırsından başındaki yazmayı sıyırıp beddua etti Mehmet muhtara: ‘Biz böyle adam değildik. Bizim de bağımız bahçemiz, tarlamız, sürüyle hayvanımız vardı. Ama bugün sizlere muhtaç olduk. Allah bu akıbeti sana da uğratsın!’ Ambarın altı yaş. Yağmur yağmış, kapısı da yok, su taşmış içeri! Küçücük bir oda. Orada kaldık yedi sene. O ilk gün anam iki taş koydu yere; bir sacı vardı, onu da taşların üzerine... İlk ekmeğini zoraki öyle pişirdi.”

Yine dönüyoruz bugüne. Madem her şeyi ekmiş biçmiş, neyi özlediğini soruyorum Ferman Abi’ye. “Bir ezan sesine, bir gâvur deyişine hasretim, duymuyorum burada! Ne yemeğin tadı var, ne sohbetin.  Komşum var misal, Hi aşağı Hi yukarı başka söz bilmiyorum. Zazacayı, Kürtçeyi altı ayda öğrendim Otuz senede iki şey biliyorum İngilizceden: ‘Do you have bread, do you have water?’ Ekmek, su, başka da bir şey bilmiyorum.”

Ekmek, su, bahçe ve ağaç anlatır onun hikâyesini zaten. Mart’tan Ekim’e kadar fidanlarının başında olacak. Onun dışında konup göçecek sevenlerinin yanına Ferman Abi. Ve en çok sürgün hik3ayesini ekecek kalplere. Başka acılar biçilmesin diye.

Ferman’ın Dermanı
Hrant Dink

Ferman diye bir arkadaşım var, benden hayli de yaşlı. Marmara Ereğlisi’ndeki mütevazi yazlığı tam denize sıfır. Lakin bahçesinde tek bir ağaç yok. Ekmiş domatesi biberi, mısırı, ayçekirdeğini… Misafirlerini onlarla avutuyor sürekli. “Niye bir tane ağaç dikmezsin yahu” diye soracak oldum… Bin pişman oldum.

“Dikmem arkadaş” dedi ve başladı anlatmaya. “Bizim atalarımız, Adem’le Havva’dan 1938′e kadar, Bitlis’in Mutki kazası, Kerkho köyü, Kitoro mahallesinde 36 hane olarak yaşardı. Bağımız, bahçemiz vardı. 1920′den 1938′e kadar Şeyh Sait İsyanı nedeniyle asker bir yandan, eşkiya bir yandan, her sene mezralarımızı bombaladı, talan etti ki barınamayalım. Düşün ki 1915′te kimsenin burnu kanamadı bizim orada, ama 1920′den 1938′e bir babamla bir anam kaldı koca köyde.

Sürdüler bizi Çorum’un Osmancık kazası, Kızıltepe köyüne. 10 sene bize gösterdikleri buğday ambarının dibinde yaşadık. Biz de ambar kenardaki bir boşluğu ağaçlandırdık. Altı kardeşimden ikisini orada kaybettim.

Tam üç beş meyva yiyecekken, bu kez Amasya’nın Gümüşhacıköyü’ne götürdüler. İki sene sonra da oradan Ahlat’ın Soğurt köyüne, daha sonra da Siirt’in Kurtalan kazasının KötibeHırab’ına (yıkılmış köy). Eski bir Ermeni köyüydü. Devlet 1950′de burada 100 dönüm araziyi bize verdi. Orayı da ağaçlandırdık, altı sene sonra da buradan zorla Diyarbakır’a, oradan da İstanbul’a göçerttiler bizi.

1972′de işportacılıktan kazandığım parayla Avcılar’da bir arsa satın aldım. Yazlık ev yaptım. 35 tane ağaç diktim. Yedi-sekiz sene sonra tam ağaçların meyvesini yiyecekken bahçeme iti, hırsızı, arsızı dadandı. Çalıp çırptılar her şeyimi. Dayanamadım oradan da ayrıldım. Şimdi işte buradayım. Yaşantımın her anında, her gittiğim yerde ağaç diktim ama meyvelerini başkaları yedi. Ben yiyemedim. Onun için burada artık ağaç dikmiyorum. Günübirlik kendi yiyeceğim sebzemi yetiştiriyorum o kadar işte.”

Ferman’ın dermanını tüketen geleceğe güven sorunu…  Tüketme dermanını Ferman, dik ağacını… Bu ülkenin, senin ağaçlarının rüzgârından esecek ferahlığa ihtiyacı var. (EE)

Kategoriler

Güncel Azınlıklar