YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Uludere: Öncesi ve sonrası

Geçtiğimiz Perşembe günü meydana gelen ve çoğu çocuk yaştaki 35 yurttaşımızın bombardıman altında can verdiği katliamdan sonra Türkiye’nin gidişatına etki eden aktörlerin aldıklar tavır ve tutum ibret vericidir. Biraz o tavır ve tutumlara bakarak hem bugüne hem de geleceğe yönelik bazı ipuçları çıkarmak gerekli olabilir.

Saldırı sonrasında AKP ve eskisi ile yenisiyle merkez medyanın ilk reaksiyonu “hata” şeklinde oldu. İlk saatlerdeki o uzun, kahredici sessizliği ancak öğleden sonra bozabilen AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, olayı “operasyon kazası” olarak niteleyince, sonraki günün başlıkları da atılmış oldu. İktidar partisi hata yapıldığını kabul ediyordu, e madem ölüm de vardı, buna pekâlâ ‘Öldüren Hata’ denebilirdi. Birçok gazetenin manşeti böyle atıldı. Dolayısıyla, aslında bu gaddarca katliamda sırıtanın ne olduğu da AKP ve basın eliyle faş edilmiş oldu. ‘Hata’ formülünde uzlaşılması isteniyordu. Fakat zaten mesele de burada. Buna hata denebilir mi? Kanımca denemez, çünkü hata, genel hatlarıyla doğru bir işlemde olur. Burada ‘işlem’in kendisinde problem var. İşlem dediğimiz, devletin Kürt sorunu ile baş etme politikaları. AKP dönemindeki bazı fasılalar haricinde, şiddet politikasından hiç vazgeçilmediğini biliyoruz. Son birkaç aydır, bu şiddet politikasında yepyeni bir evreye girdiğimizi görüyorduk. İnsansız hava araçlarının neredeyse PKK’yı bitirecek ve dolayısıyla Kürt sorununu çözecek bir mertebeye terfi ettirildiği gözlerden kaçmamıştı. İsrail’in Heron’ları yetersiz kalmaktaydı, dolayısıyla ABD’den bir an önce yeni araçlar alınmalıydı. Bu noktayı mesela Başbakan Erdoğan da defalarca gündeme getirmişti. Bundan önceki PKK saldırılarında da insansız hava araçların yetersizliği sürekli gündeme getirilmekte, hep bir ‘istihbarat’ eksikliği veya ‘yanlış istihbarat’tan bahsedilmekteydi. Böylece kamuoyu, derece derece, “TSK da devralındığına göre, artık istibarat uyaracak, İHA’lar saptayacak, ordu bombalayacak” formülünün PKK ve Kürt sorununu bitirmek için tek çare olduğuna inandırıldı. Belli ki hükümet de kendini buna inandırmıştı. Oysa bu formülde bir sakatlık var: Terörist olduğu düşünülen insanların üzerine havadan bomba yağdırmak, bir terörle mücadele yöntemi değildir. Şu yüzden değildir: a) Her –olası– suçluyu canlı yakalamak ilk tercih olmalıdır; b) Yürüyüş halindeki 40’lı 50’şerli grupları doğrudan öldürmek maksadıyla havadan bombalamak savaşta bile meşruiyeti tartışılır bir uygulamadır; c) Bunu yapmak durumdaysanız, mücadele ettiğiniz şey terör değil, bambaşka bir şeydir. Siz aslında birileriyle savaş halindesinizdir. Bu birileri yerine ister ‘halk’, deyin ister ‘örgüt’. Tercih size kalmış. Dolayısıyla ‘uygulama’nın kendisi, başlı başına tartışma konusudur. O yüzden bu katliama ‘hata’ demekte sıkıntı çekiyoruz.

Katliam sonrasında ilk kaydadeğer reaksiyon, geride bıraktığımız aylar boyunca hükümeti ısrarla ‘bastırma’ politikalarına sürükleyen Gülen cephesinden geldi. Cemaate yakınlığıyla bilinen bir Taraf gazetesi yazarı, hatalı istihbaratı MİT’in, MİT’e bu istihbaratı ise PKK içindeki bir ajanın verdiğini öne sürdü. İlk gün Başbakan Erdoğan bu ‘kulis’ haberi alışılmadık ölçüde sert ve detaylı biçimde yalanlayınca bir restleşmeye tanık olduk. Gazeteci Baransu iddiasından vazgeçmedi. Hatta ona göre MİT’te de genel bir problem vardı. “Her yere girilmişken”, “MİT’e müdahale” edilememişti. (Bunlar Baransu’nun TV programlarındaki sözleri) Hiç şüphesiz, bu iddialardan bazıları doğru olabilir. Ancak yukarıda vurguladığım gibi, ‘uygulama’nın kendisi problem. Dolayısıyla, bunlar, genel problem içinde, başka hesaplaşmaların yansımaları olarak görünebiliyor. Zaten genel olarak bu restleşme genel Gülen-Erdoğan çatlağına da bağlandı. Fakat burada önemli bir detay da var: Cemaatin asli platformu konumundaki Zaman gazetesi kendini bu pozisyona bu derece sert angaje etmiş değil. Erdoğan ise Baransu ile birlikte Taraf gazetesini de hedef almış durumda. Son grup toplantısında Baransu’ya cevap verirken tabloya gazeteyi de katıp “kuzu postuna bürünmüşler” diyerek, cemaat-liberal cephe ortaklığını çatlatmayı amaçlamış olabilir. Çünkü en çok oradaki laflar gücüne gidiyor, anlaşılan.

Gelelim hükümetin tavrına. Bakanlar Kurulu Sözcüsü Bülent Arınç’a göre olayda kasıt yoktu. Olsa olsa ihmal ya da hata söz konusu olabilirdi ki, bu da inceleme sonrası ortaya çıkacak bir durumdu. Özüre gerek yoktu. Ölenler ikaz edilmişti, buna rağmen hareket etmişlerdi. Şunu demeye getiriyordu Arınç: E, ne yapılsındı? Tazminat ödenecekti işte. Bununla da bitmedi. Katledilen ailenin PKK tarafından ısrarla o istikamete yönlendirildiği, çocukların PKK tarafından yem olarak kullanıldığı da kimi gazeteler (Zaman burada devreye girdi işte) ve isimler tarafından dile getirildi. Bitmedi. Hükümete yakın bir başka gazete, katledilen aileden 4 kişinin ajanlık suçlamasıyla cezaevinde olduğunu, birinci sayfadan genişçe bir biçimde duyurmakta hiçbir beis görmedi. Yani hükümete yakın cephe, tüm gücüyle, katliamın sorumluluğunu ölenlere ve PKK’ya yıkmaya çalışmaktaydı. AKP içinde ve AKP’ye yakın çevrelerde dile getirilen bir başka ‘argüman’ da, katliamın PKK ve BDP’ye bir avantaj sağladığı, olaya böyle bakmak gerektiği yönündeydi. Bu çevrelere göre (isim vermiyorum), bu katliamdan PKK ve BDP kazançlı çıkacaktı. Örgüt tam da köşeye sıkışmışken bunun olması pek manidardı. Yani derin güçler hâlâ devlet içinde AKP’ye karşı çalışmaktaydı. Hatta PKK’nın ağzından “Beş karakol bombalasak bu kadar prestij sağlamazdık” gibi, gerçekliği şüpheli açıklamalar yayınlama yoluna bile gidildi. Toplumun şöyle düşünmesi isteniyordu sanki: Takmayın o kadar kafaya...

35 parçalanmış beden daha soğumadan bu hesaplar ve hesaplaşmalar yapıldı işte. Dolayısıyla, ana akım medyasıyla, cemaatiyle, partisiyle, hükümetiyle, Türkiye’nin iktidar blokunun bu sınavdan hiç de parlak bir sicille çıkmadığını söylemeliyiz. Hele Başbakan Erdoğan’ın yine her zamanki gibi BDP’yi çarmıha germe yoluna şevkle, şehvetle gittiğini görmek hayli dramatikti.

Bütün bunların ötesinde, bir de genel bir rahatsız edici temel tavır var. Bütün bu vakalarda şu söylenir: Efendim, devletin niyeti halistir, ama işte ara kademelerde kötü niyetli insanlar vardır... Bu çizgisini koruyor devlet. Aynı geçmişteki gibi. 1915’te amaç tehcirdir ama işte, yolda olanlar olmuştur; Dersim’de amaç isyanı bastırmaktır ama olanlar olmuştur; Varlık Vergisi hiç şüphesiz savaşta yokluğa bir çare olarak düşünülmüştür ama bazı kötü niyetli yöneticiler olayı çizgisinden çıkarmıştır; Özel Harp Dairesi tabii ki Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı kurulmuştur ama sonrasınd, olanlar olmuştur; 1980’lerde ülkücüler tabii ki iyi niyetle devletin istihbarat kurumlarını içine alındılar ama sonrasında olacakları kim tahmin edebilirdi; 1990’larda devlet PKK’nın para kaynaklarını kurutmak istedi, amaç tabii ki Kürt işadamlarını infaz etmek değildi, Ağar’ın dediği gibi, kusurlar olmuştu. Hep böyle olmuştur; devletin kabahati yoktur, ihmalkârlar, sorumsuzlar vardır. Toplumu buna inandırmaya çalışırlar. Bu mantık maalesef geçerliliğini koruyor. Meselemiz bu.