YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Uzayıp giden bir liste ve ‘şef’lik sistemi

İki kıdemli, ve AKP’yi büyük ölçüde desteklemiş gazetecinin sözü, AKP cephesinin asabını bozmaya yetti de arttı. Bu kadar kırılgan bir barış sürecindeyiz yani, anlayın. Biri Hasan Cemal, diğeri de Cengiz Çandar. Bu listeye, AKP’yi genel çizgi itibariyle desteklemiş başka liberal isimlerin de eklenmesi an meselesi.

İki vaka atbaşı gidiyor desek yeridir. İmralı kayıtlarının yayımlanmasına AKP cephesinden gelen tepkiler üzerine, Milliyet yazarı Hasan Cemal “Gazete yapmak ayrıdır, devlet yönetmek ayrıdır. İkisi birbirine karıştırılmasın. Kimse de kimsenin işine öyle karışmasın” cümleleriyle yanıt verince, Başbakan Erdoğan hem Milliyet’i “Batsın senin gazeteciliğin” diyerek suçladı, hem de bu cümleleri zikrederek, isim vermeden Hasan Cemal’i sertçe (“uzantı”, “kalemşor” diyerek) eleştirdi. Böyle bir çıkış, bir holding medyası için, patron katına bomba düşmesi demektir – hele ki, AKP’nin kurduğu yeni medya ve sermaye düzeni sayesinde gazete almışsanız. Öyle de oldu. ‘Şef’in bir özelliği de bu; her şeyi açık açık yapıyor, kürsüden söylüyor. Zaten şeflik sistemi budur; kürsüye, kalabalıklara seslenmeye, hedefi toplumun önüne atmaya, yani bir nevi lince ve fırçaya dayanır. Fırça yiyen bazen toplum olur, bazen bir kişi, bazen bir grup, bazen bir millet. Mesajı alacak olan alır. Bu sefer de böyle oldu ve Hasan Cemal’e “Bir süre dinlenseniz?” dendi. Bir süre sonra Hasan Cemal yazısını gönderdiğinde ise, –anladığımız kadarıyla– yazı münasip bulunmadı ve basılmadı. Böylece Hasan Cemal yazmayı bıraktı. Özetle, AKP’nin de içinde olduğu bir süreç sonunda, sansürlendi. Daha önce köşeleri ellerinden alınan birçok yazar gibi. Şunu da unutmamak lazım: Daha önce –siyasetin dahli olmadan, sermayenin çıkarları gereğince– işsiz kalmış, sansürlenmiş birçok gazeteci gibi. Daha önce bültenlere, sayfalara haberini sokamamış yüzlerce gazeteci gibi.

Bu son durum da, büyük ölçüde, basının sermayeye, holdingleşmeye dayanması ve bunun sonucu olarak –asıl işi başka olan– sermayenin, ‘kudret’ kimde ise onunla iyi geçinmeye çalışmasıyla ilgili. (Bu arada, Taraf gazetesi başyazarı Ahmet Altan’ın da benzer bir sürece maruz kaldığı yönünde şüpheler var) Dolayısıyla, bütün bu olup bitenlere “Eskiden de böyleydi canım, bir yenilik yok” diyerek bakmak doğru değil. Çünkü böyle baktığımızda yeni tabloyu ve iktidar yapısını farklı kılan özellikleri gözden kaçırmış oluruz.

Bunun için Cengiz Çandar vakası ile Hasan Cemal vakası arasındaki bağlantıya yakından bakmak yerinde olur, zira Çandar’ın AKP’nin değilse de AKP basınının hedef tahtasına konması da Cemal vakasıyla alakalı. Cemal’in cezalı olduğu günlerde Taraf gazetesinden Neşe Düzel’e bir söyleşi veren Çandar, AKP medyasını kızdıracak sözler söyledi. Mesela, Düzel’in “Kürtlerin özgürce konuşması, örgütlenmesi, fikirlerini açıklaması nasıl sağlanacak Türkler susturulurken?” şeklindeki sorusuna yanıt olarak şöyle dedi: “Sağlanamaz. Çünkü hangi Türkleri yasaklıyorlar? ‘Kürtlerin taleplerini dinleyelim’ diyen Türkleri yasaklıyorlar. Sen, [bu] adamların konuşmasını yasaklarsan, Kürtlerin serbestçe konuşmalarını nasıl sağlayacaksın? Bu baskı sürerse, çözüm süreci yürümez.”

Tam olarak katılmayabilirsiniz ama bu ve diğer sözler AKP medyasını pek kızdırdı. Yeni Şafak’tan Salih Tuna, ertesi gün, Neşe Düzel’i Yılmaz Özdil’e, Cengiz Çandar’ı da Doğu Perinçek’e benzeten bir yazı yazdı. Bu, AKP medyasında hedefe konmak demekti. Daha önce Ahmet Altan’ın başına gelen şey yani. Bununla da bitmedi, Hasan Cemal’in durumu da, onun durumunu yazanlar da istihzayla karşılanır oldu.

AKP ile bir dönem birlikte yürüyen liberal kanadın önemli bir kesimi müzakere süreciyle ilgili tereddütlerini dile getirdikleri için gözden çıkarılmış, Ergenekoncularla neredeyse aynı sınıfa sokulmuş durumda. Üstelik, bu isimlerin çoğunun resmi görüşün Kürt meselesine bakışında önemli gedikler açtığı bilindiği halde. Şimdi onlara saldıranların o yıllarda pek seslerinin çıkmadığı bilindiği halde. Tabloya böylece baktığımızda bazı gözlemlerde bulunabiliriz.

Hükümet bu süreci bir PR çalışması gibi yürütüyor. Bu PR havası içinde çatlak seslerin yer almasını istemiyor. Fakat asıl önemli olan, Öcalan’ın ancak hükümetçe onaylanan cümleleri söylediğinde sesinin duyulmasını istiyor. Hükümetin onaylamadığı sözlerin duyulması AKP’de bir alarm hali yaratıyor ve sadece bu yüzden sansüre bile gitmekten çekinmiyorlar. Çünkü bu ‘görülmüştür’ onayından geçmeyen sözlerin süreci sekteye uğratmasından çekiniliyor. Örnek: Kayıtlar yayımlanmasa Öcalan’ın TBMM katkısı talep eden sözlerini bilmiyor olacaktık. Yani, aslında tablonun sadece hükümetin izin verdiği kısmını biliyor olacaktık. Öncelikle: Buna razı mıyız?

Bir de şuna razı mıyız: Bilhassa liberal ya da liberal-sol kesimden gelen sorular, şüpheler ve ‘kontrol’ dışı haberler, bir ‘büyük iyi’nin gölgesinde boğulmak isteniyor. Evet, ‘Şef’in bir büyük iyisi var; bu, itiraz edilemez bir ‘iyi’. Referandum zamanında da karşımıza çıkmıştı. Ya tarafında oluyorsun, ya karşısında. “Evet, tamam, ama şöyle şöyle de meseleler var” dediğinde, devre dışı kalmaya mahkûmsun. Çünkü biraz dışarıda bir görüş bildirdiğinde, siyaset imkânını elinin tersiyle itmiş sayılıyorsun. Ve tabii, AKP medyasının hücumunu göğüslemek zorunda kalıyorsun. Çıkmaz şurada: Bildirmediğin durumda ise kendi ellerinle, kendi siyaset imkânını, sözünü o ‘büyük iyi’ye devrediyor ve sürecin bir seyircisi oluyorsun. Konuştuğunda da her şey için artık çok geç oluyor. Yeni ‘şeflik’ sistemini bir özelliği de bu. Her şeyi yutan büyük ve iyi bir kara delik.