Hawaii’deki bir anıt nasıl yanlışlıkla ilk Ermeni Soykırımı anıtı sanıldı?
Birçoğumuz, sık sık “ilk Ermeni Soykırımı anıtı” olarak anılan ve İstanbul’da dikilmiş bir anıt olduğu varsayılan o ünlü fotoğrafla karşılaşmışızdır. İlk bakışta her şey yerli yerindedir: yerde yatan cansız bir kadın figürü, arkasında sanki yeniden dirilen sürgünleri andıran hayaletvari biçimler... Ve tropik ağaçlar ile palmiyeler... Bir dakika — tropik bitkiler ve palmiyeler mi? Bu, İstanbul’da çekildiği iddia edilen bir fotoğraf için pek de yerinde görünmüyor. Her ne kadar 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında ithal palmiye ağaçları İstanbul'un özellikle saray bahçelerinde ara sıra peyzaj unsuru olarak kullanılmış olsa da bu fotoğrafta görülen yoğun, tropikal orman dokusuna sahip değillerdi.
Meğer, bize anlatılan hikâye gerçeği yansıtmıyormuş. Aslında bu anıt hâlâ ayakta, fakat Türkiye’de değil — Hawaii adalarından Kauai’de. Bu anıtın gizemini birazdan detaylıca inceleyeceğiz; fakat şimdiden söyleyebiliriz ki, bu konu artık açıklığa kavuşmuş durumda. Yine de şu soru akıllarda kalıyor: Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki bir anıt nasıl oldu da İstanbul’daki bir anıtla karıştırıldı?
Yıllar boyunca bu anıtın 1919’da, bugünkü Gezi Parkı’nın Elmadağ’daki devamının sonlandığı noktada dikildiği sanılıyordu. O dönem Gezi Parkı’nın küçük bir köprüyle geçilen ek bölümü, aslında Surp Hagop Ermeni Hastanesi’ne ait olan Pangaltı Ermeni Mezarlığı’ydı. 1930’larda mezarlık devlet tarafından istimlak edilerek yerine park ve çeşitli oteller inşa edildi.

Teotig’in kitabı
Bu fotoğrafın ünü ise Teotig’in “11 Nisan Anıtı” (Huşartsan) adlı kitabının kapağında yer almasıyla yayıldı. Bu kitap, Ermeni Soykırımı’nda hayatını kaybeden aydınları anmak amacıyla hazırlanmış ve 1919’da İstanbul’da kurulan, başkanlığını Patrik Zaven Der Yeghiayan’ın yaptığı 11 Nisan Anma Komitesi (Ապրիլ 11ի Սգահանդէսի Յանձնախումբ) tarafından desteklenmişti. Komite, İngiliz işgaliyle birlikte İstanbul’da oluşan görece özgür ortamdan yararlanarak anma etkinlikleri düzenliyor, törenler yapıyor, kartpostallar yayımlıyor ve Teotig’in kitabını finanse ediyordu. Bu kartpostallar ve kitap dünya çapında dolaşıma girince, anıtın görüntüsü neredeyse her yerde bilinir hâle geldi.
Fakat bir şeyler uyuşmuyordu. Böyle bir anıt gerçekten yapılmış olsaydı, bunun basında geniş yer bulmaması mümkün olabilir miydi? Büyük bir tören, önemli isimlerin konuşmaları, fotoğraflar, haberler... Bunların hiçbirine rastlanmıyordu. Arşivler tamamen sessizdi.
Anıt aslında İstanbul’da inşa edilmedi
Bunun nedeni aslında basitti: anıt hiçbir zaman İstanbul’da inşa edilmemişti. İnsanların zihinlerinde bir soykırım anıtı olarak yer eden fotoğraf, gerçekte Hawaii’nin Kauai adasında bulunan mevcut bir mezar anıtına aitti.
Bu gizemi çözmek için hatırı sayılır zaman harcayan araştırmacılar var Kültür tarihçileri, Dr. Gizem Tongo ve Oxford Üniversitesi’nden Dr. Vazken Davidian anıtın gerçek kökenlerinin izini sürüyor. Hatta arkadaşım Harry Kezelian’ın yaptığı basit bir Google tersine görsel araması bile insanı doğru yöne götürüyordu. Harry’nin bana ilk söylediği de bu anıtın Hawaii’de olduğuydu ve bu bilgi Dr. Davidian’ın da çalışmalarıyla uyuşuyor. İlginçtir ki bu bulgu bugüne kadar akademik çevreler dışında pek duyurulmamıştı — ta ki şimdiye kadar.
Bilinen ilk fotoğraf
Komitenin bu fotoğrafı ne zaman ya da nasıl gördüğünü asla kesin olarak bilemeyebiliriz. Bilinen ilk fotoğraf, anıtın 1 Eylül 1911’de açıldığını duyuran 3 Ekim 1911 tarihli “The Garden Island” gazetesinde yayımlanan görüntü. Aynı fotoğraf, heykeltıraşın ölümünün duyurulduğu 1922 tarihli bir nüshada da yer alıyor. Komitenin kullandığı fotoğraf gölge konumları bakımından bu görüntüye benzese de çelenk ve çiçeklerle süslü olması gibi bazı farklılıklar içeriyor.
Ancak Dr. Tongo tarafından bulunan başka bir fotoğraf, 15 Haziran 1914 tarihli “The Studio” adlı Londra merkezli bir sanat dergisinde yayımlanmıştır. Bu fotoğraf, Teotig’in kitabında ve komitenin kartpostallarında kullanılan ünlü görüntüyle birebir aynı. Bu derginin o yıllarda — ister 1914’te, ister savaş sonrası dönemde — İstanbul’a ulaşmış olması mümkün. Ayrıca bu fotoğrafın yalnızca The Studio’da değil, dönemin başka yayınlarında da çıkmış olabileceği göz ardı edilemez.
Fotoğraf Avrupa’ya nasıl ulaştı?
Bu noktada, fotoğrafın Avrupa’ya nasıl ulaşmış olabileceğini anlamak için anıtın kendisine bakmak gerekir. Anıt, son yıllarını Paris’te geçiren ünlü Norveç-Danimarkalı heykeltıraş Stephan Sinding tarafından yapılmıştı. 1910’da Kauai’nin varlıklı şeker plantasyonu sahiplerinden Isenburg ve Rice aileleri tarafından sipariş edildi. Sinding’in “Nura Doğru Yürüyen Kutsanmış Ruhlar” adını verdiği bu eser önce Paris’te, ardından da Bremen’de sergilendi. Daha sonra 10 tonluk beyaz mermer blok, tehlikeli Horn Burnu rotası üzerinden gönderildiği Kauai’de Lihue Mezarlığı’na yerleştirildi. Anıt bugün hâlâ oradadır.
Mermer üzerinde yüzlerini göğe dönmüş kefenli figürler yer alır. Bunun üzerinde ise Paul Isenberg’in annesi Hannah Maria Rice Isenberg’i (1842–1867) temsil eden kadın figürü bulunur. Bu figür, anıtın basamaklarında bronzdan tasvir edilen, kendisine bakan çocukları Paul ve Mary Dorothea’ya doğru eğilir. Eser, gökle yeri birleştirirken, dünyadan kopuşu ve ilahi olana yönelişi sembolize eder.
Fotoğrafın Avrupa’ya ulaşmasının Sinding’in kendisiyle ilişkili olması muhtemeldir. Heykel Paris’te tamamlandıktan sonra, yerleştirilmiş hâlinin fotoğrafları Sinding’e gönderilmiş olabilir. Ayrıca eserin başarısı üzerine Kauai’den bir yıl sonra “Ağlayan Kadın” adlı başka bir heykel siparişi de almıştı. Dolayısıyla 1911–1914 arasında anıtın fotoğrafının Avrupa’da dolaşması için birçok olasılık vardır.
Komite ya da Teotig’in bu görüntüyle 1911 ile 1919 arasında ne zaman karşılaştığını bilmiyoruz. Teotig’in o dönemde Avrupa’ya gittiğine dair bir kayıt yoktur. Kendisi de 1915’te tutuklanan entelektüellerden biri olup, 1918’de İstanbul’a dönebilmişti. Dolayısıyla fotoğrafı komite üyelerinin ya da Teotig’in yayın faaliyetlerinde aktif olan eşi Arşaguhi’nin bulmuş olması mümkündür. Fakat bunun tam olarak nasıl gerçekleştiğini muhtemelen hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.
“Anıt kitabın bizzat kendisiydi”
Anıt gerçekte İstanbul’da inşa edilmemiş olsa da, bu durum Ermeni Soykırımı’nın anılmadığı anlamına gelmez. Aksine, komitenin kurulması, anma etkinlikleri ve aynı dönemde yürütülen askerî yargılamalar, o yıllarda önemli bir yüzleşme anının yaşandığını göstermektedir. Dr. Davidian’ın belirttiği gibi, “Soykırımın gerçek anıtı, Teotig’in kitabının kapağındaki fotoğraftaki anıt değil; bizzat kitabın kendisiydi — çünkü kitabın amacı kaybolan hayatları sonsuza dek kayda geçmekti. Teotig’in cildi, bir Huşamadyan olarak aynı zamanda bir Huşartsan’a dönüşmüştü.” Yani kitap bizzat bir anıt görevi görüyordu.
Ayrıca Şişli Ermeni Mezarlığı’na, bir tür ‘Meçhul Asker Anıtı’ niteliğinde bir anıt yapılmasına dair planlar da vardı. Bu planlardan 25 Nisan 1922 tarihli Cagadamard gazetesinde söz edilmektedir. Ne var ki bu tasarı, Kemalistlerin güç kazandığı çalkantılı bir döneme denk gelmiş ve 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla tamamen suya düşmüştür.
Var olduğu “varsayılan” anıt ise Teotig’in kitabından sonra uzun süre neredeyse hiç anılmadı. Aslında konuşulup konuşulmadığı bile belirsizdir. Anıt hakkındaki tartışmalar, Ragıp Zarakolu’nun yazıları ve Gezi Parkı protestoları sırasında yeniden gündeme geldi. O zamandan beri çeşitli makaleler, akademik çalışmalar ve hatta tarihçi Kevork Pamukciyan’ın Harbiye Kışlası bahçesinde anıtın kaidesini gördüğüne dair iddialar ortaya atıldı. Oysa belki de tüm bunlar, en başta dikkatli bir araştırma — ya da bir Google ters görsel araması — yapmış olsaydı gerekmeyecekti.
Amaç yanıltmak değildi
Yine de bu yanlış tanımlamayı utançla karşılamamak gerekir. Teotig’in kitabında ve komitenin kartpostallarında kullanılan bu fotoğraf, kimseyi yanıltmak amacıyla seçilmemişti. Muhtemelen kayıp, yas ve sürgün duygularını güçlü biçimde ifade ettiği için tercih edilmişti. Nitekim anıttaki kadın figürü, Ermenilerin acılarını, direncini ve özellikle soykırımın karanlık yıllarını sembolize eden anne figürü “Mayr Hayastan”ı çağrıştırmaktadır. Ayrıca Sinding’in eseri bir mezar anıtıydı; bu yönüyle de soykırımda kaybedilenlerin anılmasına uygun bir anlam taşıyordu.
Anıt bugün de izleyenleri etkiliyorsa, 1919’daki komite üyelerinin de aynı duyguları hissetmiş olmaları doğaldır. Sanat, bize ne düşüneceğimizi söylemez; hislerimizi ona katmamıza izin verir. Ancak çoğu zaman bir bağlam gerekir — bu fotoğrafın ilk kez göründüğü bağlam da “Ermeni Soykırımı kurbanlarına adanmış bir anıt” fikriydi.
İstanbul’da böyle bir anıtın hiçbir zaman dikilmemiş olduğunu öğrenmek elbette hayal kırıklığı yaratabilir; özellikle de Türkiye’nin soykırımı inkâr ettiği göz önüne alındığında böyle bir anıt güçlü bir sembol olabilirdi. Fakat hakikat, her davanın temeli olmalıdır — hatta rahatsız edici olsa bile. Kalıcı ve sağlam bir tarihsel anlatı oluşturmanın yolu, sevilen mitleri bile gerçeğe tercih etmemekten geçer.
Hatırlama taşla sınırlı değil
Bu yanlış anıt hikâyesi, hatırlamanın taşla ya da mekânla sınırlı olmadığını hatırlatır. İstanbul’da bir anıt hiç dikilmese bile, anma eyleminin kendisi — komitenin çalışmaları, yayımlanan eserler, düzenlenen törenler — zaten birer anıttı. Teotig’in, Patrik Zaven’in, komite üyelerinin ve kaybedilenleri onurlandırmak için çaba gösteren herkesin girişimi, yok sayılmaya karşı bir direnişti.
Hawaii’deki anıt başka bir ailenin acısından doğmuş olabilir; fakat talihin bir cilvesiyle bir halkın kolektif yasına karışmış ve heykeltıraşının dahi hayal edemeyeceği bir anlam kazanmıştır. Ve umulur ki Stephan Sinding, sanatın bir kez dünyaya yayıldığında artık onu gören herkesin malı olduğunu anlamış olsaydı bundan memnun olurdu.

