‘The G-Word’ Ermeni katliamı ve soykırım siyaseti

Washington’daki Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nın Rusya ve Avrasya programında kıdemli araştırma görevlisi olarak çalışan ve özellikle Kafkasya ile Karabağ Savaşı konusundaki kapsamlı çalışmalarıyla tanınan Thomas de Waal, Foreign Affairs dergisinin Ocak-Şubat 2015 sayısında ‘The G-Word: The Armenian Massacre and the Politics of Genocide’ (S’li Kelime: Ermeni Katliamı ve Soykırım Siyaseti) başlıklı bir makale yayımladı. Kavram üzerinden yürütülen tartışmaları, kongredeki yasa tasarılarının arka planını anlatan Thomas de Waal, bu büyük kitlesel yıkımı, soykırım kavramı ekseninde verilen siyasal mücadele üzerinden ele alıyor. Makalenin geniş bir derlemesini F. Gökhan Diler’in tercümesiyle sunuyoruz.

THOMAS DE WAAL

Osmanlı İmparatorluğu, bundan yüz yıl önce Nisan ayında, I. Dünya Savaşı’ndaki düşmanı Rusya’yı desteklemekle suçladığı Ermeni toplumunu sürmeye ve yok etmeye yönelik vahşi bir harekata girişti. Bu harekatta, bir milyondan fazla Ermeni öldü. ABD hükümeti’yse, bu trajediyi anmakla birlikte, hâlâ kendini otuz senedir bu batık tırnağın acısıyla kıvranırken buluyor. Temel sorun şu: Osmanlı’nın Ermenilere yaptığını tanımlamak için ‘soykırım’ terimini kullanmalı mı, yoksa hararetli bir şekilde bu terimin kullanılmasına muhalefet eden ve büyükelçisini geri çekmekle ve hatta kelimenin kullanılması durumunda sahip olduğu askeri üsleri ABD’ye kapatmakla tehdit eden müttefiki Türkiye’nin uyarılarına mı kulak vermeli? İlk hareket, ülkedeki bir milyonluk nüfuslu güçlü Amerikalı Ermeni toplumunun ve Washington’un terimi kullanmakla ilgili ahlaki yükümlülüğü olduğunu savunan birçok tarihçinin arzusunu yerine getirmiş olacak. İkinci tercihse, tarihin karmaşık olduğu ve sadık bir stratejik ortak olan Türkiye’nin düşmanlaştırılmaması gerektiği yönünde tavsiyelerde bulunan strateji uzmanlarını ve resmi görevlileri tatmin edecektir.

Kongrenin en sıkıntılı konusu

Başka hiçbir tarihsel mesele, Washington için bu denli iç daraltıcı olmamıştı. Eski bir Dışişleri Bakanlığı yetkilisinin bana söylediğine göre, bir grup üst düzey ABD yetkilisi 1992’de, dönemin devlet başkanı George H. W. Bush’un milli güvenlik danışmanı olan Brent Scowcroft’un ofisinde bir araya gelmiş ve hesap yapmışlar. Ortaya çıkan sonuca göre, bu konuyla ilgili yasa teklifleri, Kongre’deki diğer tüm meselelerden daha çok zamanlarını almış.

Yıllar içinde bu tartışma bir kelime üzerinde odaklandı, ‘soykırım’; o denli güçlü bir terim ki kimileri onu dillendirmeyi bile reddetti, bunun yerine ‘S’li kelime’ (G-word) dediler. Çoğu Ermeni için kendi halklarının çektiği acıyı tarif edebilecek başka bir ifade yok gibi duruyor. Türk hükümeti içinse, neredeyse bundan başka her kelime kabul edilebilir.

Thomas de Waal

ABD Başkanları ve S’li kelime

ABD Başkanı Barack Obama, bu çıkmazı 24 Nisan günü yaptığı açıklamalarla aşmaya yeltendi, bunu Ermenice ‘Medz Yeğern’ yani ‘Büyük Felaket’ ifadesini canlandırarak yapmayı denedi. Mesela, 2010’da “Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde, 1,5 milyon Ermeni’nin katledildiği ve ölümüne yürütüldüğü… Medz Yeğern, Ermeni halkının tarihinde yıkıcı bir dönemdir. Öldürülenlerin onurunu, anısını canlı tutmalıyız ki, geçmişin bu vahim hatalarını tekrarlamayalım” diye konuştu.

Nine ve dedelerinin çektiği acılar için bir itiraf bekleyen Ermeniler, istedikleri her şeyi bu açıklamada bulabilir, tek bir şey dışında: ‘Soykırım’ kelimesi. Bu ihmal, meşhur bir lobi grubunun, Amerika Ermeni Ulusal Komitesi’nin, Başkan’ın bu değerli açıklamasını “Türkiye’nin tehditlerine karşı verilmiş utanç verici bir ödün daha” şeklinde ifşa etmesine ve açıklamanın “edebi kelam ve kaçamak bir terminolojiyle” dolu olduğu sözlerine yol açtı.

Bu abartılı fırça için Obama’nın bir anlamda kendinden başka suçlayacak kimsesi yok. Ne de olsa, başkanlık seçimleri kampanyası boyunca, ondan önceki diğer adaylar gibi, Amerikalı Ermeni seçmenlere, seçildiği takdirde ‘soykırım’ kelimesini kullanacağının sözünü vermişti; ancak başkanlık koltuğuna oturduktan sonra Türkiye’yle ilişkilerine hürmeten sözünden döndü. 2010 yılı konuşması, öncüllerinin yaptığı açıklamaların ilerisine gitti ve “Tarihle bu bölümüyle ilgili görüşlerim değişmedi” diyerek, açıkça aklında S’li kelimenin olduğunu çıtlattı. Fakat çizgiye yaklaştıkça onu geçmekten imtina etti.

Ermeni Soykırımı kavramının tarihi

I. Dünya Savaşı’nın sonu itibarıyla, o döneme ait yapılan birçok tahmine göre, yaklaşık bir milyon Ermeni hayatını kaybetti. Esas Ermeni nüfusunun onda biri kadarı Osmanlı İmparatorluğu toprakları içindeki anayurtlarında kaldı. Gerisiyse büyük ölçüde Ermenistan, Fransa, Lübnan ve Suriye’ye dağıldı. Yıllar içinde sayıları artan pek çok Ermeni de Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti.

Büyük Felaket, 1920’lerden itibaren, dünya kamuoyuna mal olmuş bir meseleden çok, Ermeni toplumuna mahsus bir yas konusuydu. Sıradan Ermeniler, kendileri için yeni bir hayat inşa etme derdindeydi. Ermeni Diasporası’nda etkin bir siyasi parti olan Ermeni Devrimci Federasyonu (ki bu parti, Sovyet Cumhuriyeti’ne bağlanana dek, 1918-20 yıllarında bağımsız Ermenistan’ı yönetmişti), elindeki olanakları Türkiye’den çok Sovyetler Birliği’yle savaşmak için kullanmıştı. Ermeniler, ancak 1960’larda dede ve ninelerinin yaşadığı acının anısını, kamusal siyasi bir mesele olarak yeniden canlandırmaya başlayabildi. Bu noktada, ‘Holokost bilinci’ ile Yahudileri, Adolf Eichmann’ın Nazi savaş suçlarından dolayı yargılandığı 1961’deki davadan sonra bir araya getiren kolektif anma ve eylemlerin kararlılığından ilham aldılar.

Unutma üzerine inşa edilen devlet

Mustafa Kemal’in 1923’te kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, sistematik bir unutma eylemi esasına dayanıyordu. Bu unutma, sadece Osmanlı döneminde Ermenilere, Süryanilere ve Rumlara yönelik suçları değil, aynı zamanda 1923 öncesi Balkanlar ve Anadolu’da yaşanan bir dizi savaşta, Müslüman halkın yaşadığı acıları da kapsıyor. Yeni Türkiye Devleti yükselirken Ermenilerin ortadan kaybolması, siyasi, iktisadi ve tarihi bir oldubittiye dönüştü. Türkiye’de 1930’la 1970’lerin ortasına kadar bu konuda elle tutulur sadece tek bir kitap yayımlandı.

Türk tarihçiler, 1970’lerin sonunda nihayet konuya ilgi göstermeye başladığında, bu ilgi aslında Batı Avrupa’da Türk diplomatlara yönelik terörist eylemlere karşılık olarak ortaya çıktı. Beyrut merkezli Ermeni militanlar tarafından yapılan eylemler, milliyetçi tarihçiler arasında bir savaşa yol açtı. Düz Ermeni bakış açısı, fail Türklerden, duyarsız uluslararası kamuoyundan ve masum Ermeni kurbanlardan bahsederken, aşırılıkçı Ermeni siyasi partilerin bu çöküşteki yerini göz ardı etti. Bu hikâyeye yönelik karşı ataksa, bazı Türk yanlısı akademisyenler tarafından eğilip bükülmüş daha çiğ bir anlatıydı. Bazılarına Türkiye hükümetinin kaynak sağladığı bu akademisyenler, Ermenileri hain, Müslümanları da Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak isteyen büyük Hıristiyan güçlerin kurbanı olarak resmediyordu. ABD’yse, bu iddialar ve inkârın sahnelendiği esas arena oldu.

Polonya doğumlu Yahudi avukat Raphael Lemkin, ‘soykırım’ terimini icat ettikten sadece dört yıl sonra, 1948’de, Birleşmiş Milletler, soykırımı uluslararası bir suç haline getiren anlaşmayı, Soykırım Konvansiyonu’nu çıkardı.

Lemkin ve soykırım terimi

Eğer Ermenilerin I. Dünya Savaşı’nda yaşadıkları sadece bir tarih yorumu olmaktan ibaret kalsaydı, ileri doğru atılacak adım daha açık olabilirdi. Bütün bir toplumun anayurdundan yok olduğu basit gerçeği başta olmak üzere, Ermenilerin sözlü tarihiyle birlikte o devasa birincil kaynak belgeler, halkın toplu olarak hatırladığı şeyin doğruluğunu onaylar nitelikte. Görünen o ki, tarihçilerin tüm yapması gereken olayları bağlamına oturtmak ve Jön Türklerin neden Ermenilere bu şekilde davrandığını açıklamak.

Fakat bugün kamusal söylemde, neredeyse otuz yıl geçtikten sonra türetilmiş ‘soykırım’ kelimesinin hâkimiyeti bulunuyor ve bu kavram, tehcirin Ermenilerin toplu olarak yok edilmesi saikiyle uygulandığını ifade ediyor. Terim, onu icat eden Polonya doğumlu Yahudi avukat Raphael Lemkin ile  sıkı sıkıya ilişkilendiriliyor. Lemkin, Polonya’da yaşayan ailesinin büyük bölümünü yok eden Holokost kâbusundan ucu ucuna kaçabilmiş, ardından Amerika Birleşik Devletleri’ne göçmüş. Daha sonra bir televizyon mülakatında konuya ilgisini “Soykırımla ilgileniyorum, çünkü bu çok defa meydana geldi. Ermenilerin başına geldi ve Ermenilerden sonra Hitler sahne aldı” diye açıklamıştı.

Lemkin’in uluslararası hukukta soykırım kavramının yeşermesi şeklinde, ahlaken cesur bir tasavvuru vardı. O yorulmak bilmez lobi faaliyetleri nihayetinde meyvesini verdi; Lemkin terimi icat ettikten sadece dört yıl sonra, 1948’de, Birleşmiş Milletler, soykırımı uluslararası bir suç hâline getiren anlaşmayı, Soykırım Konvansiyonu’nu çıkardı.

BM tarafından kabul edilen ‘soykırım’ tanımı, birkaç noktada, bu suçla itham edilen kişi ve ülkelere, bu suçlamaya karşı durabilecekleri birtakım yasal cephane sağlayan muğlaklıklar içeriyor.

Ne var ki, daha sonra, sadece birkaç dikkatli kişi bu terimi anımsatırken BM Konvansiyonu’na gönderme yapmaya tenezzül etti. ‘Soykırım’ kelimesinin Holokost’la ilişkilendiriliyor olması, daha geniş kitlelerin zihninde ona totemik bir kudret sağlayarak, bu terimi mutlak kötülükle eşanlamlı kıldı. 1948’den sonra, başlangıçta kitlesel zulmü engellemek için icat edilen bu hukuki terim, milletler ve kişiler arasında geçmişin ve bugünün fenalıkları için değiş tokuş edilen bir suçlamaya dönüştü. ABD ve Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş boyunca birbirini rahatça soykırım yapmakla suçladı.

Siyaset dünyasındaki mücadele

Ermeni Diasporası, dedelerinin ve ninelerinin başına gelenleri tarif etmek için bu kelimeyi biçilmiş kaftan belledi ve Medz Yeğern için ‘Ermeni Soykırımı’ demeye başladı. Bu kavram, yeni bir siyasi harekete el verdi.

1965, hem katliamın 50. yılı, hem de Ermeni Diasporası’nın kurbanlar için adalet arayışını siyasi bir davaya dönüştürdüğü yılı işaret eder. Savaş sonrası ABD’de, ‘Ermeni’ ve ‘soykırım’ kelimelerini aynı cümlede birlikte kullanmak, sıradan bir pratikti. Bu durum, imzalayan ilk ülkeler arasından Türkiye’nin de yer aldığı BM Konvansiyonu’nun  geriye dönük bir yaptırımı olmadığı ve dolayısıyla 1948’den önce yapılanlara yönelik bir yasal sürece olanak sağlamayacağı şeklindeki varsayımdan ileri geliyordu. Mesela, 1951’de ABD hükümeti avukatları, Uluslararası Adalet Divanı’na, Soykırım Konvansiyonu’na ilişkin istişari görüş sundu ve Ermenilerin katledilişini bir soykırım örneği olarak ifade etti. Nisan 1981’de, Holokost’la ilgili bir bildiride, ABD Başkanı Ronald Reagan, konudan “ondan önce Ermenilerin soykırımı ve onu takiben Kamboçyalıların soykırımı” diye bahsetti.

ABD politikasındaki dönüşüm

Siyasi durumlar, 1980’lerde bu düşünce biçimini değiştirdi. Reagan, Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Kemal Arıkan’ın 1982’de iki genç Ermeni militan tarafından Los Angeles’ta öldürülmesinin ardından, yüz seksen derece dönüş yaptı. Kendi eyaletinde bir NATO müttefiki diplomatının öldürülmesi, Reagan’ı başkan olarak küçük düşürmüş ve öfkelendirmişti. O ve ekibi, kendilerinin en çok önem verdiği Sovyetler Birliği, İsrail ve terörizm başlıklı üç dış politika meselesinde Türkiye’nin sadık bir şekilde ABD’nin yanında olduğu sonucuna vardı. Ermenilerse aksine, hiç de öyle değildi.

Arıkan’ın öldürülmesinden yedi ay sonra, ABD Dışişleri Bakanlığı terörizm konulu özel bir resmi bülten yayımladı, bu bültende “Ermeni Terörizmi: Bir Profil” başlıklı bir bölüm de bulunuyordu. Makalenin sonundaki not, “1915’te Küçük Asya’da meydana gelen olaylarla ilgili tarihsel kayıtlar muğlak olduğu için Dışişleri Bakanlığı, Türk hükümetinin Ermenilere yönelik bir soykırım yaptığı iddialarını kabul etmiyor. Ermeni teröristler, Türk diplomatlara yönelik süren eylemlerini, kısmen bu iddiaları kullanarak meşrulaştırıyor” şeklindeydi. Öfkeli Ermenilerin sitemlerine karşılık, bültendeki bu ifadelere ilişkin bir değil, iki açıklama yayımlamak durumunda kalındı. Bu noktadan itibaren yetkililer tarafından yeni bir çizgi çekildi ve ‘Ermeni Soykırımı’ terimi, Beyaz Saray’dan ihraç edildi.

Soykırım kavramı ve kolektif bilinç

Soykırımın tanınması için verilen mücadele, iki baskın Amerikalı Ermeni organizasyonu için adeta varlık sebebi hâline geldi; bunlar Amerika Ermeni Meclisi ve Amerika Ermeni Ulusal Komitesi. İki kurum da bu kampanyanın Diaspora Ermenileri arasında kolektif bilincin korunmasına yardımcı olduğunu inkâr etmiyor. Ermeni Diasporası, Ermenice ve Ermeni Apostolik Kilisesi’ne katılım gibi ortak bağlarını giderek kaybeden ve asimile olan bir topluluk. Bu kampanyanın davalarına zarar verdiğini itiraf etmektense hoşlanmıyorlar. Oysa birçok Amerikalı için ‘Ermeni Soykırımı’ ifadesi korkunç insani acıları değil, çileden çıkaran, göz döndürücü bir lobicilik ve siyasi pazarlık masalını ifade ediyor. Bu konuyla alakalı sunulan herhangi bir yasa tasarısı için kongredeki bazı oyları sağlama almak demek, kaçınılmaz olarak, Osmanlı Ermenilerinin hatırasını, kongrenin gündemindeki diğer meselelere ilintilendirerek ucuzlatmak demek. Nihayetinde ortaya çıkansa, “Sen çiftlik tasarısına oy ver, ben de karşılığında soykırım tasarısına oy veririm” şeklindeki rutin bir ticaret.

Birkaç düşünceli Ermeni’yse, nine ve dedelerinin ölümünün kocaman bir cinayet davasına dönüştürüldüğü gerekçesiyle, bu tür bir soykırım lobi faaliyetine karşı çıkıyor. Ermeni dostlarının bu ölümler için yas tutmaktan çok Türkiye büyükelçiliği önünde, ellerinde ölülerin ne kadar ürkütücü olursa o kadar iyi sayılan fotoğraflarıyla eylem yapma ve zaten gerçekliğini bildikleri bir şeyi ispat etmek için çabalamakla yetindiklerini düşünüyor. Soykırım saplantısı, Fransız filozof Marc Nichanian’a göre “Yas tutmayı engelliyor.”

Birçok Amerikalı için ‘Ermeni Soykırımı’ ifadesi korkunç insani acıları değil, çileden çıkaran, göz döndürücü bir lobicilik ve siyasi pazarlık masalı. Bu konuyla alakalı sunulan herhangi bir yasa tasarısı için kongredeki bazı oyları sağlama almak demek, kaçınılmaz olarak, Osmanlı Ermenilerinin hatırasını, onu kongrenin gündemindeki diğer meselelere ilintilendirerek ucuzlatmak demek.

Türkiye’nin tutumu

Bu kampanyayı yürüten Ermenilerin haklı olduğu bir taraf da var, soykırımın tanınması için sarf ettikleri çaba, Türkiye’nin çoktan unutmuş olacağı bir meseleye odaklanmasını sağlıyor. Ancak kampanyaları aynı zamanda Türklerin tutkusunu da alevlendiriyor, çünkü onların çabaları dolaylı yoldan I. Dünya Savaşı’na ilişkin Türk milliyetçisi yorumunu güçlendiriyor. Tamamen olmasa da kısmen tutarsız olan bu yorum, dönemin büyük güçlerini Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak için oyun çeviren komplocular olarak resmediyor. Sonuç olarak, günümüzün büyük güçlerinden birinin, Türkiye’nin geçmişte işlediği suçlarla ilgili geçireceği bir yasa tasarısı, Türklerin bam teline basıyor. Pek çok Türk siyasetçi bu paranoyayı körükleyerek, bir soykırım yasa tasarısının toprak talebine zemin hazırlayacağına dair şüphelerini dile getiriyor.       

Geleceğe yönelik tahminler

Ermenilerin durumunda, ‘Ermeni Soykırımı’ ifadesi akademik literatürde yaygın hâle geldi. Bu terimi kullanmaktan imtina edenler, kendilerini, bu trajedinin önemini azaltan ya da onu toptan inkâr eden şüpheci takımına dahil edilme riskiyle karşı karşıya buluyor.  Pek çok ilerici Türk aydın da bugün bu terimi kullanıyor.

Fakat bu, Medz Yeğern ifadesinin daha aşağı değerde ve daha az açıklayıcı olduğu anlamına gelmez. Eğer daha geniş bir kitle tarafından kullanılırsa, Avrupalı Yahudilerin kaderini tasvir eden ‘Holokost’ ve ‘Şoah’ gibi kelimelerle aynı tınıyı elde edebilir. Hukuki bir terim olan ‘insanlığa karşı suç’ da ilk olarak 1915’te, özellikle de Ermeni katliamına referansla kullanıldı.

ABD için esas sorun, basitçe ‘Ermeni Soykırımı’ terimini tekrar kullanmak için bir yol bulmak değil; mesele, soykırımı kabul ederken diğer yandan da duygusal olarak sorunlu ve aşırı derecede hukukileşmiş bir kavramın sınırlarını da kabul etmek. Ermenilerin ve Türklerin tarihine derinlemesine vâkıf olmadan bu terimi kullanmak, altta yatan esas sorunun çözümüne çok az katkı sağlayacaktır. Bu sorun da, Türkiye’nin, Osmanlı Ermenileri ve diğer azınlıkların yüz sene önceki kayıplarını kabul edip onlara hürmet göstermeye nasıl ikna edileceğidir.

1915’te tarafsız bir güç olan ABD, Türkiye’ye karşı hiçbir tarihsel husumet taşımadığını ifade edebilir. Böylelikle ABD, Ermeniler ve Türkler arasında Hrant Dink’in de savunduğu yakınlaşmaya yardımcı olabilir.

Ermeniler, nihayetinde ninelerini ve dedelerini defnedebilmeli ve başlarına gelen bu korkunç kader için Türk devletinden bir tanıma elde edebilmeli. Bir bütün hâlinde geçmişiyle yüzleşmeye başlayan daha açık bir Türkiye, uzlaşmaya doğru atılacak bu adımları kesinlikle daha mümkün kılacaktır. Eğer bunun olması sağlanabilirse, her şey arkasından gelecektir.   

Son dönem değişiklikleri ve soykırım kavramının sonu 

Bu tatsız tarihi masaldaki tek iyi haberse, Türkiye’nin kendisinden geldi. AKP’nin 2002’de seçimleri kazanmasından beri, büyük ölçüde dış baskılardan bağımsız gelişen bir süreçle, Türkiye toplumu, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Türk olmayan nüfusa yapılan baskılar da dahil, geçmişin kara sayfalarını yeniden okumaya başladı. Toplumda büyüyen bu açık görüşlülük, zorla İslamlaştırılan Ermenilerin yaşayan akrabalarının karanlıktan çıkmasını sağladı; birkaç Ermeni kilisesi tekrar açıldı. Türk tarihçiler, ceza korkusu olmadan Osmanlı’nın son dönemi hakkında yazmaya ve nihayetinde o eski söylemlerle mücadele etmeye başladılar; tarihçi Halil Berktay buna “Türkiye Cumhuriyeti’nin kusursuz kavramsallaştırılması teorisi” diyor.

Ermenilerin tarafındaysa bu açılım çok yavaş oldu. Fakat daha süratli olması da zordu. Hrant Dink’in ifade ettiği gibi Türkiye üç kuşak boyunca kapalı bir toplum oldu, bunu değiştirmek zaman ve muazzam bir çaba gerektirdi. Dink’e göre ‘soykırım’ kelimesi doğru terim olabilir ama bu anlaşmazlık için yanlış çözüm. En basit hâliyle, kelimenin duygusal kuvveti Ermeni-Türk diyalogunu ezdi. Hiç kimse isteyerek soykırım suçu işlediğini kabul etmez. Bu suçlamalarla karşılaşan pek çok Türk (ve onların konumunda olan diğerleri) kendi atalarını Nazilerle karşılaştırmaya davet edildiğine inanıyor.

Belki de ‘soykırım’ kelimesi, kendi kendini tüketti ve Lemkin’in icadının elde etiği başarı, bu kelimenin çözülmesi anlamına geldi. Lemkin muhtemelen rezalete yeni bir standart tayin etmeye çalışırken, Ermenistan’ın komşusu Azerbaycan’dan Sudan ve Tibet’e kadar, milletlerin  kendi trajedilerine bu etiketi takmak üzere talihsiz bir küresel rekabete girişeceklerini tahmin edemezdi.

Kategoriler

Diaspora Dosya Orta Sayfa